Hande'nin Dünyası

Hande'nin Dünyası Contact information, map and directions, contact form, opening hours, services, ratings, photos, videos and announcements from Hande'nin Dünyası, News & Media Website, Gülük, Alphan Lapis İş Merkezi, Melikgazi/Kayseri, Melikgazi.

Savaşın Gölgesinde SadakatKöpeğin hayatta olmaması gerekiyordu, bu gerçek Elas’ın göğsüne bir kurşun gibi saplandı. Eğit...
02/12/2025

Savaşın Gölgesinde Sadakat

Köpeğin hayatta olmaması gerekiyordu, bu gerçek Elas’ın göğsüne bir kurşun gibi saplandı. Eğitim alanının terk edilmiş köşelerinde, dallar botlarının altında çıtırdarken, elindeki fener titreyerek ilerliyordu. Birden durdu; ışık, ölü bir meşenin alçak dalında asılı bir Alman kurdu ortaya çıkardı. Köpeğin vücudu derin yaralarla kanlar içinde, göğsü ince ve umutsuz nefeslerle inip kalkıyordu. Hayatı, saniyeler içinde sona erecek gibiydi.

Elas’ın nefesi kesildi; çünkü köpek, askeri K9 üniformasıyla oraya kasıtlı bırakılmış gibiydi. Bir an için geç kaldığını düşündü, ama köpeğin kulağı hafifçe oynadı. O küçücük hareket, Elas’ı sarsıp harekete geçirdi. Koştu, ipi kesti, köpeği yere düşmeden yakaladı, telaşlı sözlerle teselli etmeye çalıştı. Zihni cevapsız yüzlerce soruyla doluydu.

Köpeğin tüyleri yağmur ve kanla sırılsıklam olmuştu. Nefesi zayıf, nabzı öylesine hafifti ki Elas, köpeğin yanına kulağını dayadı, bir hayat belirtisi aradı. Derken askıdaki metal plakayı gördü: H delta 01. Bu, sıradan bir köpek değildi. Sombra’ydı; yıllar önce yurtdışında Elas’ın hayatını kurtaran, en çok güvendiği dostu, öldüğü söylendiği o köpek. Şimdi burada, işkence görmüş, can çekişirken karşısındaydı.

Elas onu sakinleştirmeye çalıştı, “Artık güvendesin,” diye fısıldadı. Fakat Sombra, yarı baygın halde bile başını kaldırmaya çalıştı, göğsüne zayıfça bastırdı, karanlığa doğru inledi. Dinlenmeyi reddediyordu. Elas, köpeğin bakışını takip etti ve fark etmediği bir detayı gördü: Yağmurda taze bot izleri, ormana doğru gidiyordu. Demek ki bunu yapan hâlâ yakındaydı.

Bu düşünce, Elas’ı eski askerliğine döndürdü. Sombra’yı dikkatlice kucakladı, yardım çağırmaya hazırlandı. Tam telefona uzanacakken, ağaçların arasından korku dolu bir çocuk sesi duyuldu. Sombra kollarında çırpındı, “Hemen git!” der gibi inledi. Elas tereddüt etmeden ormana daldı, çığlıklar yaklaştıkça hızlandı.

Açık bir alana ulaştığında, bir çocuğu çamur içinde titrerken, bir kütüğe bağlı buldu. Hemen ipleri kesti, çocuk sarıldı ve yalvararak, “Lütfen, kız kardeşim… Onu götürdüler!” dedi.

Sombra kollarından kurtulup çalıların arasına süründü. Elas peşinden gitti, orada baygın halde bir kız çocuğu buldu. Cildi solgun, vücudu hareketsizdi. Yağmur, küçük bedeninin etrafında birikiyordu; dünya onu silmek ister gibi. Elas diz çöküp nabzını aradı, ama hissetmedi. Nefesi duraksadı. Tam o anda Sombra, kızın göğsüne burnunu bastırdı, acı dolu bir uluma çıkardı. Bu, savaşta yaşadığı hiçbir acı gibi değildi. Sadece acı değil, umut ve inkar vardı; “O ölmedi!” der gibiydi.

FULL STORY: https://rb.goc5.com/0ush

Bir Sorunun Gücü – Suna’nın Yalnızlığından Aileye YolculuğuSaat 19.30’du. Arnavutköy’deki tarihi konakta, devasa yemek m...
02/12/2025

Bir Sorunun Gücü – Suna’nın Yalnızlığından Aileye Yolculuğu

Saat 19.30’du. Arnavutköy’deki tarihi konakta, devasa yemek masası kristal avizelerin altında parlıyordu. 24 sandalye, her biri yüzyıllık İtalyan işi… Ama sadece bir kişi oturuyordu: Suna Arslan. Her akşam olduğu gibi yalnız. Mercimek çorbası önünde hafifçe tütüyordu. Suna kaşığı ağzına götürdü, sessizlikte sadece gümüş kaşığın porselenle buluştuğu ince tıkırtı duyuluyordu. Duvarlar yüksek, tavan daha da yüksek ve sessizlik… Sessizlik her şeyi yutuyordu.

Gözleri masanın karşı ucundaki boş sandalyeye takıldı. Kemal’in sandalyesi… 23 yıl geçmişti ama sandalye hâlâ boştu. Tozlanmıyordu; Leyla her sabah siliyordu ama kimse oturmuyordu. Bir keresinde Leyla, “Belki bu sandalyeyi kaldıralım, daha rahat olur,” demişti. Suna sadece “Dokunma,” demişti. Leyla bir daha sormamıştı.

Suna çorbayı bitirdi, Leyla sessizce tabağı aldı, ana yemeği getirdi. Kuzu patatesle… Her şey mükemmeldi, her şey hazırdı ama her şey anlamsızdı. Suna, “Teşekkür ederim Leyla,” dedi mekanik bir sesle. Leyla “Afiyet olsun hanımefendi,” dedi ve gitti. Suna yemeğe baktı, iştahı yoktu. 23 yıldır iştahı yoktu. Ama yemek zorundaydı. Çünkü Kemal öyle isterdi. Çünkü başka ne yapacaktı ki?

Bıçak eti kesti, çatal ağza gitti, çiğnedi, yuttu. Tekrar, tekrar… Bir robot gibi. Yaşayan ölü. Mutfakta Leyla bulaşıkları yıkıyordu. Oğlu Deniz koridorda bekliyordu. Bugün okul kapalıydı, grev vardı. Leyla onu getirmek zorunda kalmıştı. Deniz sessizce “Anne, ne zaman gideceğiz?” dedi. “Birazdan, ses çıkarma,” dedi Leyla.

Deniz meraklıydı. Koridorun sonunda büyük kapı vardı. Yemek odasının kapısı yarı açıktı, içeriden hafif ışık sızıyordu. Deniz yavaşça yaklaştı, baktı. Bir kadın vardı, yaşlı, beyaz saçlı, şık giyimli, inci kolyeli… Ama yalnızdı. Devasa masada tek başına yemek yiyordu. Deniz anlamadı: Neden yalnız? Ailesi yok mu?

Leyla çocuğu mutfağa çekti. “Sakın oraya girme, hanımefendi duymasın.” Deniz başını salladı ama gözleri hâlâ kapıdaydı. Neden hep yalnız yemek yiyor, diye düşündü.

Suna tatlıyı bitirdi. Sütlaç, tarçınlı… Kemal severdi. Suna şimdi Kemal için yiyordu ama Kemal yoktu. 23 yıldır yoktu. O gece yağmur yağıyordu, Kemal gecikiyordu. “Birazdan gelirim,” demişti telefonda. Suna beklemişti. Sonra telefon çalmıştı: Hastane, trafik kazası… Kemal gitmişti, Suna da gitmiş gibiydi. Ruh olarak… Beden kalmıştı. Yürüyordu, nefes alıyordu, yemek yiyordu ama yaşamıyordu.

Toplum geldi, başın sağ olsun dediler, güçlü ol dediler, hayat devam ediyor dediler. Suna başını salladı, gülümsedi, teşekkür etti. Çünkü öyleydi; saygın dul kadın ağlamazdı, çökmezdi, onurlu olurdu. Ve Suna onurlu oldu. 23 yıl tek başına, sessizce yemek masasında.

Saat 20.30’du. Yemek bitmişti. Suna kalktı, salona geçti, koltuğa oturdu, kitap aldı. Okumadı, sadece tuttu. Gözleri satırlara bakıyordu ama görmüyordu. Leyla mutfaktan çıktı, “Hanımefendi, ben gidiyorum. İyi geceler.” “İyi geceler Leyla.” Kapı kapandı, Suna yine yalnız kaldı.

Ama bu akşam farklıydı. Çünkü mutfak kapısının arkasında Deniz bir soru düşünmüştü. Basit bir soru… Ama o soru her şeyi değiştirecekti: Neden hep yalnız yemek yiyorsun? Üzgün değil misin?

FULL STORY: https://rb.goc5.com/13g4

Gömülü Evdeki Sır – Carmina’nın KurtuluşuCarmina, kocasının ölümünden üç gün sonra eline ulaşan mühürlü bir mektubu titr...
02/12/2025

Gömülü Evdeki Sır – Carmina’nın Kurtuluşu

Carmina, kocasının ölümünden üç gün sonra eline ulaşan mühürlü bir mektubu titreyen elleriyle açtı. Rodolfo’nun tanıdık el yazısı, ona ve çocuklarına hemen o gece şehirden kaçmasını, kuzeydeki yeşil tepenin altındaki gömülü bir eve gitmesini söylüyordu. “Sadece orada güvende olacaksınız. Kimseye güvenme. Seni seviyorum. Gerçeği anlatamadığım için affet,” diyordu mektupta.

Carmina, Ciudad Lerdo’daki eski evinin penceresinden dışarı baktı. Her şey normal görünüyordu, ta ki siyah şapkalı bir adamın kapının önünde durduğunu görene kadar. Kalbi hızla çarptı, mektubu eteğinin cebine koydu ve çocuklarına seslendi. Esteban (11), Lucía (8) ve Mateo (5) annelerinin yüzündeki korkuyu anlamıştı. “Sadece söylediklerimi yapın. Hemen çıkıyoruz,” dedi Carmina. Çocuklar sessizce eşyalarını topladı.

Gece çöktüğünde, Carmina arka kapıdan sessizce çıktı. Yanlarında biraz yiyecek, su ve az miktarda para vardı. Şehirdeki köşeden döndüklerinde, beyaz kamyonetler ve koyu gömlekli adamlar onları bekliyordu. Adamlar ellerindeki fotoğrafa bakıyor, etrafta Carmina’yı arıyorlardı. Carmina, çocuklarını hızla başka bir yola, Rodolfo’nun yıllar önce gösterdiği eski mezarlık yanındaki patikaya yönlendirdi. “Bir gün kimse görmeden çıkmak gerekirse bu yolu kullan,” demişti Rodolfo.

Yarım saatlik yürüyüşten sonra kuru dere yatağına ulaştılar. Fakat uzaktan motor sesleri ve farlar duyuldu. Carmina, Mateo’yu kucağına aldı ve çocukları çalıların arasına sakladı. Kamyonetler aradı, ama bulamayınca gittiler. Carmina derin bir nefes aldı ve yürümeye devam etti.

Sabaha karşı Villa Unión’a vardılar. Rodolfo’nun mektubu “yeşil tepe” diyordu. Carmina, kuzeydeki çam ve meşe kaplı yükseltiyi gördü. Çocuklar yorgun ve uykulu olsa da annelerini takip etti. Tepeye vardıklarında, bir çam ağacında “RC” harflerini gördü. Rodolfo’nun bıçağıyla kazıdığı işaretlerdi bunlar. Ağaçtan ağaca izleri takip ederek, tepenin yamacında, köklerle ve yosunlarla kaplanmış, neredeyse görünmez bir kapı buldu. Elindeki eski anahtarı kilide soktu, kapı açıldı ve içeri girdiler.

Karanlıkta bir ses duydular. Carmina çocuklarını arkasına aldı, yere bir taş kaptı. İçeride yaşlı bir adam – Jacinto Salazar – ortaya çıktı. Rodolfo’nun beş yıl önce bu evi onunla birlikte yaptırdığını, ona önceden ödeme yaptığını ve Carmina gelene kadar burada kalmasını istediğini anlattı.

Gömülü ev, dışarıdan küçük görünse de içeride bir sığınak gibiydi. Yiyecekler, su, haritalar, eski bir radyo ve Rodolfo’nun kalın deri kaplı günlüğü vardı. Günlüğün ilk sayfasında Rodolfo’nun el yazısıyla bir itiraf vardı: “Seni koruyamadım, ama her şeyi sizi korumak için yaptım.”

Carmina sayfaları çevirdikçe, Rodolfo’nun yıllarca Vargas adlı bir adam ve onun adamları tarafından takip edildiğini, bir gün tesadüfen illegal bir konuşmaya şahit olduğunu, o günden beri ölüm tehdidi altında yaşadığını öğrendi. Son sayfalarda ise Rodolfo’nun yavaş yavaş zehirlendiğini, hastalandığını ve sonunda ölümünün bir cinayet olduğunu yazıyordu. Ayrıca, evdeki metal kutuda Vargas’ı suçlayacak belgeler, kayıtlar ve isimler vardı; ancak Carmina’ya bunları sadece hayatta kalmak için kullanmasını tembihlemişti.

Bir sabah, Jacinto dışarıda adamların sesini duydu. Carmina, çocukları gizli bir odadaki tünelden kaçırdı. Jacinto onları oyalarken, Carmina ve çocuklar tünelden çıkarak bir dereye ulaştı. Saatlerce yürüdüler, sonunda Rodolfo’nun günlüğündeki talimatla eski bir kulübeye vardılar. Kulübede yiyecek, battaniye, harita, biraz para ve bir silah vardı. Ayrıca, Rodolfo’dan başka bir mektup ve metal kutunun ikinci anahtarı vardı.

FULL STORY: https://rb.goc5.com/hxti

Son Parayla Satın Alınan ÖzgürlükDust Creek, Arizona bölgesi, 1872. Havada ter, viski ve daha kötü bir şeyin kokusu vard...
02/12/2025

Son Parayla Satın Alınan Özgürlük

Dust Creek, Arizona bölgesi, 1872. Havada ter, viski ve daha kötü bir şeyin kokusu vardı. Dust Creek, ahlak için kurulmuş bir kasaba değildi. İstediğini alan ve sadece biri kan döktüğünde ödeme yapan adamlar tarafından kurulmuştu. Güneş çoktan tepelerin arkasına batmış, ölü fener salonunun çatlak pencerelerinden uzun gölgeler düşmüştü. Sarhoş adamların kahkahaları, poker fişlerinin tıkırtısı ve akordsuz piyano tuşlarının sesleriyle çarpışıyordu.

Caleb Thorn ateşe giren bir hayalet gibi içeri girdi. Botları tozla kaplıydı. Paltosu yıpranmıştı. Yüzü yıpranmış şapkasının gölgesinde kalmıştı. Çenesinde bir yara izi vardı. Savaştan kalma eski bir bıçak yarası soğukta hala acıyordu. Acele etmeden hareket ediyordu. Sanki gidecek başka yeri yokmuş gibi ki bu doğruydu. Cebindeki son parayı üç gün önce bayat kurutulmuş ete harcamıştı. Şimdi sadece bir dolar kalmıştı. Bir kez katlanmış, botunun astarının arkasına saklanmıştı. Onu para olarak değil, hatıra olarak saklamıştı.

Salon gürültüyle doluydu. Ta ki bir ses duyulana kadar. Arka odadan bir ses duyuldu ve kalabalık ikiye ayrıldı. Yerel köle tüccarı Harlin Pike, kırmızı askıları ve kurt gözleri olan uzun boylu bir adam, bir iple bir kızı öne doğru sürükledi. Kız Apaçi’ydi; gençti, belki 20 yaşındaydı. Yanaklarında kirizleri vardı ve uzun siyah saçları sırtında karışık bir şekilde sarkıyordu. Elleri bağlıydı ama çenesi dikti. Çığlık atmadı, ağlamadı, yalvarmadı. Gözleri sönmek bilmeyen iki kömür parçası gibi şiddetliydi.

Pike poker masasına botunu vurarak bağırdı:
"Bir gece çocuklar, vahşi kızla bir gece. En yüksek teklifi veren alır."

Adamlar çiğ et atılmış köpekler gibi sevinç çığlıkları attılar. Biri "5 dolar!" diye bağırdı. Bir başkası "6 dolara yükseltti!"
Pike sırıtarak, "Onda ateş var. Yapabiliyorsanız onu evcilleştirin!" dedi.

Apaçi kız kıpırdamadı. Gözleri odayı süzdü. Meydan okuyan, yılmayan, tiksinç bir bakışla. Caleb neden öne çıktığını bilmiyordu. Sadece gözlerinin onun gözleriyle buluştuğunu biliyordu. Korkusuz, yalvarmadan ama başka bir şeyle. Meydan okuma.

Bara yaslanmış bir sarhoşu iterek masaya ulaştı. Tüm gözler ona döndü. Pike gözlerini kısarak baktı.
"Teklifin var mı hayalet?"

Caleb silahını çeken bir adam gibi yavaşça ceketinin cebine uzandı. Bunun yerine masaya tek bir gümüş dolar koydu. Son parasıydı. Masaya düştüğünde gök gürültüsü gibi bir ses çıkardı.

"Kimin doları? Lanet olsun. O kız ayağındaki botların bile değerinde değil. Çizmesi yok."
Pike sırıttı. "Satmaya değer ayağı yok."
Adamlar kahkahalarla güldüler ama Caleb hiçbir şey söylemedi. Sadece kıza baktı. Onu bir eşya değil, bir insan gibi baktı ve ardından gelen sessizlikte o da değişti.

Pike eğildi. "Ciddi misin Thorn? Bu son paran mı?"
Caleb başını salladı.
"Biz mi?" diye sordu Pike.
Caleb’in sesi sakindi: "Çünkü burada kimse ona bir daha bakmayı hak etmiyor."

Kahkahalar kesildi. Pike çenesini kaşıdı, gözlerini kısarak.
"Lanet olsun bir dolar. Bir gece. Tamam al onu."
İpi Caleb’in ayaklarının önüne bir tasma gibi attı. Ama Caleb onu almadı. Kıza baktı. Sonra ipe. Sonra herkesin önünde bıçağını çıkardı ve kızın bileklerindeki bağları kesti.

Kız sendeledi ama düşmedi. Elleri morarmış, kanlıydı ama özgürdü. Caleb bıçağı ona uzattı. Hiçbir şey söylemedi. Sadece çelik ve sessizlik vardı. O da karışık, neredeyse hayal kırıklığına uğramış bir şekilde izledi.

Apaçi kız, Matsiy, bıçağa baktı. Sonra onu satın alıp ellerini geri veren adama baktı. Başını kaldırdı. Yavaşça ona doğru yürüdü. Gözleri buluştu. Teşekkür etmedi. O da istemedi. Ama aralarında bir şey geçti. Sözsüz bir şey. Özgürlükten daha fazlası. Bir tohum.

FULL STORY: https://rb.goc5.com/bh9x

Sessiz Doğruluk – Ian’ın HikayesiIan sadece temizlik yapıyordu. Hiçbir şeye dokunmayacaktı. İnce sesi neredeyse bir fısı...
02/12/2025

Sessiz Doğruluk – Ian’ın Hikayesi

Ian sadece temizlik yapıyordu. Hiçbir şeye dokunmayacaktı. İnce sesi neredeyse bir fısıltıydı; iki zayıf eliyle paspası sıkıca tutuyordu. Arka planda, ithal camlı kitaplığın arkasında, Dante Alencar, her şeyin sahibi, sessizce izliyordu. Milyoner Dante, sahte insanlara, dalkavuklara ve dürüst olmayan çalışanlara alışkındı. Yoksulların iyiliğine, hele ki dürüstlüğüne asla inanmazdı. O gün Dante bir şey kanıtlamak istemişti: “Herkes, kimsenin bakmadığını sandığında kendini gösterir,” diye mırıldandı, odanın köşesine gizli kamera yerleştirirken.

Ian, karşılaşacağı kirli sınavdan habersizdi. Orada sadece annesi Roselyie’nin, yeni temizlikçi olduğu için, fazla mesaisinde yanında kalacak kimsesi olmadığından bulunuyordu. Dante çocuklardan nefret ettiği için Ian, korkuyla titreyerek, özür dileyerek, neredeyse ağlayarak içeri girdi. Ama sessiz kaldı. Ve bu sessizlikte, Ian Dante’nin asla tahmin edemeyeceği bir şey yapacaktı.

Dante Alencar’ın evi bir müzeden çok bir saray gibiydi. Devasa avizeler, mahallede kimsenin fiyatını bile hayal edemeyeceği tablolar, öyle yumuşak halılar ki Ian basmaya bile çekiniyordu. Ian, annesinin verdiği kovayı taşırken yavaşça, nefes almadan yürüyordu. Roselyie defalarca tekrarlamıştı: “Oğlum, yanımda kal. Hiçbir şeye dokunma, yüksek sesle konuşma. Patron gelirse başını eğ.” Ama patron zaten oradaydı; gizlenmiş, izliyordu.

Ian 13 yaşındaydı ama 11 gibi görünüyordu. Zayıf, dar yüzlü, açık kahverengi saçları hep dağınıktı; yaşadıkları sokakta rüzgar hiç acımazdı. Sessiz bir çocuktu; annesinin yorgun eve geldiğini görmeye alışmış, yine de sabah erkenden kalkıp ona kahvaltı hazırlayan bir anne... Babasını tanımıyordu. Roselyie hiç bahsetmezdi; “Bazı yokluklar, bazı varlıklardan daha az yük taşır,” derdi. Ian bunu kendi çapında anlardı.

Aile dramı burada başlıyordu. Roselyie kirasını, yiyeceğini, okul masraflarını ödemekte zorlanıyordu. Şimdi bir de yeni işini kaybetme korkusu vardı; aylar sonra bulduğu tek işti. Temizlik yaparken endişesi de artıyordu. Ian yardım etmek için bir temizlik ekibi üyesi gibi davrandı. Aslında olamazdı, ama annesinin seçeneği yoktu; ya çocuğu yanında getirir ya da işe gitmezdi. İşe gitmemek, yeni işin başında, istifa etmekle aynıydı.

“Mama, burayı ben temizleyeyim mi?” dedi Ian, devasa, parıldayan cam masayı işaret ederek. “Hayır, oğlum. Ben yaparım, sen sakince dur,” dedi annesi, ama eli titriyordu. Duvarın diğer tarafında Dante gözlerini kısıp izliyordu. Küçüklüğünden beri güvenmenin kaybetmek olduğunu öğrenmişti. Katı bir babanın yanında büyümüş, “Yoksullar yalnızca gözetlenirken dürüst olur,” sözünü ezberlemişti. Dante, kendi gölgesine bile güvenmezdi.

O gün bir teorisini test etmek istedi. “Kimse yalnızken dürüst kalamaz,” diye düşündü. Gizli kamerayı açtı, kayda aldı. Roselyie’den kurtulmak ve evinin güvenliğini sağlamak için bir fırsat kolluyordu. Ian ise yan taraftaki büyük kitaplığa yaklaştı. Çocukların gözünde oyuncak gibi görünen ithal eşyalarla doluydu. Ama Ian hiçbir şeye dokunmazdı. Sadece temizlik bezine dokundu. Her şeye saygı ve biraz da korkuyla bakıyordu.

Tam köşede, yerde duran küçük bir ahşap kutu gördü. Muhtemelen annesi elektrikli süpürgeyle temizlik yaparken düşmüştü. Yavaşça yaklaştı, parlayan zemini çizmeyecek şekilde diz çöktü. Dante’nin gözleri kitaplığın arkasında açıldı: “Şimdi göreceğim,” diye düşündü. Ian kutuyu dikkatle aldı, kapağı gevşekti, değerli görünüyordu. Herkes açabilirdi. Ama Ian dudaklarını sıktı ve alçak sesle konuştu: “Bu sahibi olmalı. Geri vermeliyim.” Kutuyu masanın ortasına özenle koydu, kenarını sildi ama tekrar dokunmadı.

Dante nefesini tuttu. Beklediği bu değildi. Anlamı yoktu. Yanlış yapmasını bekliyordu ama çocuk kutuyu geri koymuştu. Ian annesine gidip, “Anne, orada bir kutu buldum, geri koydum. Söyle, ben düşürmedim,” dedi. Dürüstlük havayı bıçak gibi kesti. Roselyie şaşkınlıkla başını salladı. Dante ise yıllardır hissetmediği bir şey hissetti: kendinden şüphe.

Dante, çocuğun hareketinden rahatsız oldu, ama izlemeyi bırakmadı. Odada bir köşede yabancı paralar vardı. Dante’nin gençliğinden beri koleksiyon yaptığı nadir paralardı. Her biri satılsa, Roselyie’nin bir aylık kirasını öderdi. Bilerek koymuştu, dürüstlük sınavıydı. Ian yerleri silmek için masaya yaklaştı, paraları gördü. Gözleri merakla parladı, açgözlülükle değil, çocukça bir hayranlıkla. Temizlik bezini aldı, diz çöktü, paraların üzerindeki desenleri inceledi, parmakları heyecandan titredi. Dante, kitaplıktan bir adım daha attı. “Şimdi dayanamayacak,” diye düşündü.

FULL STORY: https://rb.goc5.com/9q7p

Sessiz Vadide Bir UmutKız, on iki yaşından büyük olamazdı ama gözleri çok daha yaşlı birine aitti. Thomas Mercer’ın vera...
02/12/2025

Sessiz Vadide Bir Umut

Kız, on iki yaşından büyük olamazdı ama gözleri çok daha yaşlı birine aitti. Thomas Mercer’ın verandasının kenarında durmuş, Eylül akşamının soluk kehribar rengi ışığında silüeti belirginleşmiş, çökmek üzere görünen sırtında eğri bir kısrağın dizginlerini tutuyordu. Arkasında giderek kararan alaca karanlıkta zar zor görülebilen daha küçük, daha genç, sessiz bir çocuk oturuyordu. Atından inmiyordu, konuşmadı. Sadece dünyanın tehlikeli olduğunu erken yaşta öğrenmiş birinin sahip olduğu türden bir dinginlikle Thomas’ı izledi.

“Ahırında yatabilir miyiz?” diye sordu kız, sesi titremezdi. Lütfen yapabilir misin diye yalvarmadı, çaresizlik göstermedi. Sadece daha önce defalarca sorduğu ve sayısız kez reddedildiği bir soruyu sanki daha önce de sormuş gibi düz ve alışık bir şekilde sordu.

Thomas kapının eşiğinde duruyordu. Bir eli hala kapı çerçevesini tutuyor, diğer eli yanına sarkmıştı. O, toprağın kendisinden yaratılmış bir adamdı. Geniş omuzlu, yıpranmış, yıllarca çit teli onarmak ve inatçı atları ehlileştirmekle ellerinde yaralar oluşmuş bir adamdı. Saçları şakaklarından gümüş rengi olmuştu ve yüzünde konuşmaktan çok sessizliği yaşamış bir adamın derin çizgileri vardı.

Hayır demeliydi. Bu akıllıca ve güvenli bir cevaptı. En yakın kasabadan 20 mil uzakta tek başına yaşayan bir çiftçi, yabancıları özellikle de boş gözlü ve hiçbir açıklaması olmayan çocukları kabul etmezdi. Özellikle de bölgenin hala savaşın yaralarını sarmaya çalıştığı, kaçaklar, serseriler ve şiddet olmadan yaşamanın ne demek olduğunu unutmuş adamlarla dolu olduğu böyle zamanlarda.

Ama Thomas hayır demedi. Kızın arkasındaki ata binen çocuğu gördü. Çocuğun yüzü solgundu. Dudakları çatlamış ve yaralanmıştı. Gömleği vücuduna bol geliyordu ve Thomas ayaklarının belediye başkanının kaburgalarına sarkık bir şekilde sallandığını fark etti.

“En son ne zaman yemek yediniz?” diye sordu Thomas. Kızın çenesi gerildi. “Biz iyiyiz.” Sorduğum bu değildi. Kız cevap vermedi. Bunun yerine omzunun üzerinden çocuğa baktı ve aralarında sessiz bir iletişim geçti. Geri döndüğünde yüzündeki ifade daha sertleşmişti. “Hiçbir şey çalmayacağız. Şafak sökmeden gideceğiz.”

Thomas burnundan yavaşça nefes verdi. Akıllıca olan şey onlara bir battaniye vermek, ahırı göstermek ve kapıyı kapatmaktı. Dinlenmelerine izin vermek, gitmelerine izin vermek, başkasının sorunu olmalarına izin vermek. Ama çocuğun yüzü… Thomas yıllar önce gençken, dünya ondan her şeyi alıp onu yıkıntılar arasında bırakmış ve hayatta kalmanın bedeline deyip değmediğini merak ederken kendi yansımasında bu ifadeyi görmüştü.

“Saman balyalarıyla dolu ahır,” dedi Thomas sonunda. “Geceleri hava soğuk olur, dışarıda donarsınız.” Kızın gözleri şüpheyle kısıldı. “İçeride bir oda var,” diye devam etti Thomas, arkasındaki evi işaret ederek. “Eskiden kızımın odasıydı. Uzun zamandır kullanılmıyor ama yatak hala iyi durumda. Orada uyuyabilirsiniz.”

“Biz yemek yemiyoruz.”

“Ocakta güveç var,” diye sözünü kesti Thomas. “Hala sıcak. Uyumadan önce yemek yiyeceksin.”

Kız ilk kez soğukkanlılığını kaybetti. Ağzını açıp kapattı. Parmaklarını yağmurlara sıkıca tutturdu. Eklemleri beyazladı. “Neden?” diye fısıldadı.

Thomas’ın iyi bir cevabı yoktu. En azından mantıklı bir cevabı yoktu. Bu yüzden sadece kenara çekilip kapıyı açık tuttu. Çünkü doğru olan buydu.

Kızın adı Clara’ydı. Oğlansa kardeşi Samuel’di. Kız soyadlarını söylemedi. Thomas da sormadı. Mutfak masasına içeriye getirilmiş vahşi hayvanlar gibi oturdular. Her an kaçmaya hazır. Gözleri birkaç saniyede bir kapıya kayıyordu.

Clara koruyucu bir şekilde bir elini Samuel’in omzunda tutarken Thomas çorbayı iki çukurlu kaseye kaşıkla doldurup tören yapmadan masaya koydu. “Yavaş yiyin,” dedi. “Aç kaldıktan sonra çok hızlı yerseniz yediğinizi geri çıkarırsınız.”

Clara kaşlarını çattı ama tartışmadı. Kaşığı aldı. Güveci dikkatlice tattı. Sonra Samuel’i dürttü. Oğlan sessizce mekanik bir şekilde yedi. Gözleri kaseden hiç ayrılmadı.

Thomas onlarla birlikte oturmadı. Ocak başında kollarını kavuşturmuş bakmadan bakıyordu. Kız ilk düşündüğünden daha büyüktü. Belki 14 yaşındaydı. Ama açlık ve yorgunluk insanları daha genç gösterirdi. Koyu renk saçları gevşek bir örgüyle arkaya toplanmıştı ve burnunda ve yanaklarında çiller vardı. Elbisesi üç yerinden yamalıydı ve botları iki beden büyüktü. Samuel 8 yaşında gibi görünüyordu. Saçları kız kardeşlerinden daha açıktı. Neredeyse sarıydı ve yüzü zayıftı. Konuşmuyordu. Thomas bir kez bile konuşmadığı için konuşamıyor mu yoksa konuşmak istemiyor mu diye merak etti.

“Ailen nerede?” Thomas sonunda sordu. Clara’nın kaşığı ağzına giderken yarı yolda durdu. Kaşığı dikkatlice kasten masaya bıraktı. “Öl.dü.ler.” Bu kelime havada duman gibi asılı kaldı.

FULL STORY: https://rb.goc5.com/bgbp

Kartal Operasyonu – Kandil’de 8 AyKuzey Irak’ın Kandil bölgesinde dağlık arazinin en kapalı vadilerinden birinde gece il...
01/12/2025

Kartal Operasyonu – Kandil’de 8 Ay

Kuzey Irak’ın Kandil bölgesinde dağlık arazinin en kapalı vadilerinden birinde gece ilerlemişti. 15 kişilik bir grup gizli bir toplantı için bir araya gelmişti. Önlerinde açılmış haritalar vardı ve haritalarda Türkiye sınırları içindeki tek bir nokta kırmızıyla işaretlenmişti. Hedef açıklanmıştı ve operasyonun son aşaması bu toplantıda netleştirilecekti. Grubun içindeki bir kişi telsizle kısa bir onay aldı ve planın yürürlüğe girdiğini duyurdu. Diğerleri sakin bir sessizliğe çekilirken aralarında bulunan bir kişi tüm dikkatini konuşmalara vermişti. 8 aydır bu yapının içinde yaşıyor, rutinlerine uyuyor, nöbetlerine katılıyor ve davranışlarıyla hiçbir şüphe uyandırmıyordu.

Bu kişi örgütün bir üyesi gibi görünse de gerçekte Türkiye’nin en kritik görevlerinden birini yürütüyordu. Kod adı Kartal olan bu ajan, MİT tarafından bölgeye sızdırılmıştı ve aldığı her bilgi Ankara’daki ekip için hayati önem taşıyordu. O gece duyduğu konuşmalar, işaretlenen noktalar ve verilen talimatlar binlerce kişinin hayatını etkileyecek nitelikteydi. Kartal tüm detayları hafızasına aldı ve dönüş yolundaki planlarını netleştirdi. Bu operasyon Türkiye’nin uzun süren sızma çalışmalarından birinin ana safhasıydı. Tek bir kişinin düşman yapılanması için de aylarca kalarak topladığı bilgiler ileride düzenlenecek büyük bir operasyonun temelini oluşturacaktı.

Ankara’da Başlayan Süreç

Ankara’da MİT merkez binasının 3. katındaki özel analiz odasında, 6 ay önce gece saat 2 civarında 5 kişilik bir ekip bir araya geldi. Masada uydu görüntüleri, sinyal kayıtları ve saha raporları vardı. Son 3 ayda Kandil bölgesinden gelen iletişim trafiği belirgin şekilde artmıştı. Şifreli telsiz konuşmalarının sıklığı yükselmiş, örgütün üst yapısındaki bazı isimler daha önce görülmeyen şekilde tek bir alanda toplanmaya başlamıştı. Analistler bu hareketliliğin sıradan olmadığını değerlendiriyordu.

Sinyal istihbarat birimi 3 hafta boyunca trafiği incelemeye devam etti. Şifre çözülmüyordu. Ancak konuşmaların yoğunluğu, zamanlaması ve kaynak noktaları analiz edildiğinde ortaya tek bir sonuç çıkıyordu: Örgüt Türkiye’ye yönelik geniş kapsamlı bir eylem planlıyordu. Fakat hedefin ne olduğu, hangi tarihte uygulanacağı ve kimlerin katılacağı belirsizdi. Bu bilgiler olmadan savunma planı oluşturmak mümkün değildi. Ekip tek bir sonuca vardı: Planın detaylarına ulaşmak için bölge içine bir görevli sokulmalıydı. Sızma operasyonu daire başkanı tarafından onaylandı. Görevi üstlenecek isim 3 gün içinde belirlendi ve kod adı Kartal olarak kayda geçirildi.

Sızma Hazırlıkları

Kartal, 35 yaşında, 12 yıllık MİT mensubuydu. Daha önce üç uzun süreli sızma görevini tamamlamış, Suriye’de 2 yıl geçirmişti. Kürtçe lehçelerine hakimdi ve saha baskısı altında soğukkanlı davranışıyla biliniyordu. Hazırlık sürecinin ilk aşaması kimlik oluşturmaydı. Kartal, “Aza” adıyla yeni bir profil aldı. Doğum yeri Şırnak’ın küçük bir köyüydü. Köy gerçekte vardı ancak nüfusu az olduğu için doğrulama ihtimali düşüktü. Ailesinin çatışmada öldüğü bilgisi kayıtlara işlendi ve örgüte katılma motivasyonu intikam olarak belirlendi. Bu hikayenin desteklenmesi için bazı yerel kaynaklar hazırlandı ve resmi olmayan kayıtlar düzenlendi.

FULL STORY: https://rb.goc5.com/9prn

Demir Tuzaktan Doğan BağDemir tuzağın çeneleri sert bir çatırtıyla kapandı ve çam ağaçları arasında yankılandı. İsa sert...
01/12/2025

Demir Tuzaktan Doğan Bağ

Demir tuzağın çeneleri sert bir çatırtıyla kapandı ve çam ağaçları arasında yankılandı. İsa sert bir şekilde toprağa düştü. Çelik dişler ayak bileğini sıkıca kavradığında bacağına acı saplandı. Elleri ağaç kabuğu ve toprağa sürtünerek yaralandı. Bir an dona kaldı. Paniği kaplamadan önce göğsü hızla çarpmaya başladı. Bu sesin geyikler veya kurtlar için yapıldığını biliyordu. İnsanlar için değil. Yine de burada av gibi yakalanmıştı. Demirden çekmeye çalıştı ama bu sadece yarayı daha da derinleştirdi. Sesinin duyulmaması için çığlığını bastırdı. Halkı haftalar önce güneye sürülmüş, askerler tarafından dağıtılmıştı. O geride kalmış, baskın sırasında kaybolan küçük kardeşini aramaya devam etmişti. Artık yalnız atı ve yiyeceği olmayan İsa kaçış yolu olmayan bir tuzağa düşmüştü.

Sonra çalılıkların arasında bot sesleri duyuldu. Kafasını kaldırdı. Gölgelerin içinden uzun boylu, geniş omuzlu, omzuna tüfek asılı bir adam çıktı. Şapkası yüzünü gölgeliyordu. Adımları telaşsızdı. Bu sakinlik onu hücumdan daha çok tedirgin etti. Buraya aitmiş gibi görünüyordu. Tuzakları onun kurduğunu düşündü. Başladığı işi bitirmek için buradaydı. Bu don mahsulünü mahvettikten sonra hayatta kalmak için avcı olan kovboy Talondu. Haftalardır tuzak kuruyordu. Tavşan ya da geyik umuyordu. Asla bir insan, asla bir Apaçi kadını değil. Kısa bir mesafede durdu. Bakışları sabit, anı tartıyordu. Askerlerin bu tepelerden insanları sürüklediğini, kasaba halkının apaçi gördüklerinde tükürdüğünü görmüştü. Onun ne düşündüğünü biliyordu. Onun da farklı olmadığını. Yavaşça tüfeğini yere bıraktı. İki elini kaldırdı. Avuçlarını açtı. Sesi alçak ve sabitti.

"Bu av için, senin için değil. Seni buradan çıkaracağım."

İsa'nın gözleri kısıldı. Vücudu gerildi. Yumrukları toprağa bastırdı. Ona karşılık vermek istedi ama korku boğazını tıkadı. Her hareketini izledi. Çok hızlı gelirse savaşmaya hazırdı. Talon yavaşça çömeldi. Şapkasını alçakta tuttu. Böylece İsa onun gözlerine bakmak zorunda kalmadı. Elleri yay üzerinde çalıştı. "Acıtacak." diye nazikçe uyardı. Çeneler açıldı. Bacağına bir acı saplandı ama dişlerini sıktı ve çığlık atmamak için kendini tuttu. Talon gömleğinden bir şerit kopardı. Şişmiş bileğini dikkatli, sabit ellerle sardı. Uzun süreli bir dokunuş yoktu. Sadece saygı vardı. İsa onu şüpheyle ama aynı zamanda şaşkınlıkla inceledi. Eğer ona zarar vermek isteseydi bu fırsatı çoktan kaçırmıştı. Onu sınamak için fısıldayarak adını söyledi. Talon başını salladı. Adını mükemmel olmasa da özenle tekrarladı. Sonra kendi adını söyledi. Talon. Orman nefesini tutmuş gibiydi. Topallayarak uzaklaşabilir. Vahşi doğada tek başına risk alabilir ya da onu kurtaran yabancıyı takip edebilirdi. Hiçbir seçenek güvenli gelmiyordu.

Güneş ve rüzgarın izlerini taşıyan yüzünü inceledi. Çenesi çok şey görmüş ve bunu sessizce taşıyan bir adamın çenesi gibiydi. Ona matarasını uzattı zorlamadan. Susuzluk korkusundan üstün geldi. Titrek ellerle içti. Ayağa kalktı. Tüfeğini omzuna astı. "Kulübeler çok uzak değil." dedi. "Yürüyebilirsin." Ağırlığını test eden İsa yüzünü buruşturdu ama başını salladı. Korku hala onu sarmıştı ama bunun altında kırılgan bir güven ipliği yatıyordu. Zorunda olmadığı halde onu kurtarmıştı.

FULL STORY: https://rb.goc5.com/sllz

Bir Yağmur Günü ve Bir SeçimSabah güneşi Bağcılar’ın üstüne vurduğunda Cem Demir uyanıktı. Zaten uyumamıştı; gecenin yar...
01/12/2025

Bir Yağmur Günü ve Bir Seçim

Sabah güneşi Bağcılar’ın üstüne vurduğunda Cem Demir uyanıktı. Zaten uyumamıştı; gecenin yarısından beri dönen düşünceler ona uyku vermemişti. Bugün oydu. Bugün her şey değişecekti… ya da hiçbir şey.

Küçük odasında tek kişilik yatak, bir dolap ve bir masa vardı. Duvar kağıdı solmuştu. Pencereden görünen manzara ise başka apartmanların duvarlarıydı. Ama Cem buna alışmıştı. 26 yıldır aynı manzaraydı. Annesinin odasından ağır bir öksürük sesi geldi. Selma Demir’in diyabeti kötüleşiyordu. Doktor, yeni ve pahalı bir tedavi önermişti: 800 lira. Cem’in cebinde ise sadece 50 lira vardı.

Mutfağa gitti, çay koydu ve annesine götürdü. Selma yatakta oturuyordu. Yüzü solgundu ama gözleri hala tatlıydı.

“Günaydın anne.”

“Günaydın oğlum.”

“Bugün o gün değil mi?”

“Evet. Aydın İnşaat saat 14’te… Allah kabul etsin. İnşallah işe alırlar.”

Cem gülümsedi ama gülümsemesi zordu. 8 aydır işsizdi. Üniversite birincisiydi, projeleri ödüllüydü ama önceki şirketi batmış, CV’sinde işsizlik damgası vardı. Aydın İnşaat son şansıydı. Bugün final görüşmesiydi.

Kahvaltı basitti; ekmek, peynir, zeytin. Duş aldı, tıraş oldu, aynaya baktı. Gözleri yorgundu ama kararlı. Tek takım elbisesini giydi, üç kez ütülemişti. Ayakkabıları cilaladı, kravatı düzeltti.

“Hazırsın,” dedi kendine.

11.30’da evden çıktı. İstanbul trafiği öngörülmezdi. Otobüse bindi, kalabalıktı ama oturdu. Dizinde dosyası vardı; CV, referanslar, sertifikalar. Yüzlerce kez okumuştu. Otobüs yavaş ilerliyordu. Cem pencereden baktı, şehir hem ev hem yabancıydı.

13.15’te Beşiktaş’a vardı, oradan metroya geçti. Levent’te, Aydın İnşaat’ın 30 katlı gökdeleni onu bekliyordu. Otobüsten indiği anda gökyüzü karardı. Kalın siyah bulutlar, bir damla, iki damla… Sonra şiddetli yağmur. Koşmaya başladı. 30 saniyede sırılsıklam olmuştu. Takım elbisesi, saçları, ayakkabıları… Bir otobüs durağına sığındı. İçerisi doluydu. Saate baktı: 13.35. 25 dakika kalmıştı.

Yağmur dinmedi. O sırada karşı kaldırımda genç bir kadın koşarken kaydı, tökezledi ve düştü. Ayağı burkulmuştu, acıdan inledi. Arabalar geçti, kimse durmadı. İnsanlar yürüdü, kimse bakmadı. Kadın ıslak asfaltın üstünde yalnız kaldı.

Cem’in içi burkuldu. Gitmeli miydi? Yardım etmeli miydi? Saate baktı. 13.37. Eğer giderse metroya yetişemezdi. Mülakatı kaçırırsa işi kaybederdi, iş olmazsa annesine ilaç alamazdı. Ama kadın acı çekiyordu.

Siz olsaydınız ne yapardınız? Hayallerinizi mi, vicdanınızı mı seçerdiniz?

FULL STORY: https://rb.goc5.com/7at2

Address

Gülük, Alphan Lapis İş Merkezi, Melikgazi/Kayseri
Melikgazi
38050

Alerts

Be the first to know and let us send you an email when Hande'nin Dünyası posts news and promotions. Your email address will not be used for any other purpose, and you can unsubscribe at any time.

Share