Ersin Çelik

Ersin Çelik Gazeteci Merhaba ben Ersin Çelik. Gazeteciyim. Burada habercilik dışında vloglar yayınlıyorum. Benim için hem öğretici hem de eğlenceli olan anları kaydediyorum.

Kamplara, doğa gezilerine, sosyal sorumluluk projelerine ve kitap okuma etkinliklerine katılıyorum.

Bazen sahada değil, vicdanların sınandığı yerde belli olur kimin gerçekten “büyük” olduğu. Trabzonspor gibi… Bordo-Mavil...
27/11/2025

Bazen sahada değil, vicdanların sınandığı yerde belli olur kimin gerçekten “büyük” olduğu. Trabzonspor gibi…

Bordo-Mavililer sadece halkın takımı olmadığını, mazlumların da “ocağı” olduğunu gösterdi.

İsrail’e destek veren bu nedenle de boykot edilen Coca-Cola, Süper Lig kulüplerine sponsorluk teklifleri gönderdi.
Kimin kabul ettiği önemli değil.
Ama bir kulüp bir saniye bile tereddüt etmedi: O da Trabzonspor’du.

Bordo-Mavili camia, başkanı Ertuğrul Doğan’ın tek bir cümlesiyle Türkiye’den tüm dünyaya bir duruş ilan etti: “Filistin’de binlerce çocuk katledilirken Coca-Cola ile anlaşma yapmamız bize yakışmaz.”

Bu sadece bir sponsorluk reddi değil, paranın karşısına vicdanı koymaktır. Bu, dünyanın sessizliğine Anadolu’dan yükselen bir tokattır. Bu, “bir rengimiz de Gazze’dir” diyen Trabzon halkının da iradesidir.

Futbol devasa bir ekonomi. Milyon dolarlık sözleşmelerin döndüğü pazar yeri. Lakin kimi zaman gelirden olmak, puan kaybetmekten, şampiyonluğu kaçırmaktan daha değerli olur.

Bir kulübün büyüklüğü kazandığı kupalarla değil, zulüm karşısında susmamasıyla da ölçülür.

Dünya devlerinin bile cesaret edemediği bir cümleyi söylemek…
Küresel markalara karşı dik durmak…
Soykırımın orta yerinde akan kanı görmezden gelmemek…
İşte bu gerçek büyüklüktür.

Trabzonspor bir sponsorluk kaybetti belki ama çok daha büyük bir şey kazandı: Onur, vicdan ve insanlık.

Bordo-mavi artık sadece Karadeniz’in rengi değil; Gazze’nin iradesi, Filistin’in direnişi, mazlumların haykırışıdır.

Bazı kulüpler parayla büyür, bazıları “duruşuyla tarih” yazar.

Sözün özü; Trabzonspor bugün tarih yazdı.

Bir haftadır telefonuma yağan mesajları okudukça yüreğime taş oturuyor. Şunu peşinen ifade edeyim: Bunlar seçilmiş örnek...
26/11/2025

Bir haftadır telefonuma yağan mesajları okudukça yüreğime taş oturuyor. Şunu peşinen ifade edeyim: Bunlar seçilmiş örnekler değil, rastgele açılan feryatlar. Daha fazlasına bakmaya yüreğim el vermiyor. Her biri ayrı bir enkaz...

***
“Çocuklarım için sabrettim”

“Sanal kumar yüzünden evliliğim bitti. Çocuklarım için sabrettim ama sonunda kendi ruh sağlığımı korumak için ayrıldım. Bu pisliğin bütün aşamalarını iliklerime kadar yaşadım.”

***
“Hamileyken bile tehdit etti”

“Hafızım, imamım dedi, umutlarımı çaldı. Hamileyken bile tehdit etti. Kızım babasız büyüyor. Bu illet dindar-dinsiz ayırt etmiyor. İnsanları fark ettirmeden içine çekiyor. Sonra ortada ne din kalıyor ne vicdan.”

***
“Elimde sadece imanım kaldı”

“38 yıllık evliliğimi bitirdim. Gurbette tek başıma, elimde sadece imanım ve namusumla kaldım. İnsan bazen ‘Ben seni anlıyorum’ diyen bir tek kişiye muhtaç oluyor.”

***
“Polis memuru canına kıydı”

“Kocaeli’de 30 yaşındaki polis memuru borç yüzünden canına kıydı. Aileler perişan. Her şeyi para ile çözeceğini sanan zihniyet evlatlarımızı yok ediyor.”

***
“Ben gidemeyen kadınlardanım”

Belki de en acısı bu cümleydi: “Ben gidemeyen kadınlardanım abi… Yuvam, güvenim, sevgim, ne varsa enkaza döndü.”

KUMAR KAPIYI ÇALMADAN GİRİYOR

Görüldüğü gibi, sanal kumar evlere gizlice sızıyor. Kapıyı çalmadan, bir telefon ekranından giriyor ve sonrası felaketler zinciri. İcra, yalan, ayrılık, intihar...
Türkiye’nin dört bir yanından yükselen bir toplumsal çöküş haritası var önümüzde. Öğretmen, polis, anne, genç kadın... Yuvalar yıkılıyor.
Okuduğum mesajların çoğunda tekrar eden bir dua var: “Allah düşenleri kaldırsın.”

“Amin” diyoruz lakin sadece ‘amin’ demekle sönmüyor bu yangın. Bu çığlıklar duyulmaz, dijital bataklık kurutulmazsa, yarın çok daha fazla ev sessizce çökmeyecek, büyük bir gürültüyle hepimizin üzerine yıkılacak. Enkazın altında kalmadan “uyanmak” zorundayız.

Peki “bizi” kim uyandıracak?

X’in devreye aldığı yeni özellik, yıllardır konuşulan ama ispatlanamayan bir gerçeği ilk kez çıplak şekilde ortaya koydu...
25/11/2025

X’in devreye aldığı yeni özellik, yıllardır konuşulan ama ispatlanamayan bir gerçeği ilk kez çıplak şekilde ortaya koydu: Devletler sosyal medya üzerinde resmen “ordu” kurmuş.
Artık bu orduların nereden yönetildiği, hangi merkezlerden emir aldığı, hangi kimlik maskeleriyle çalıştığı saklanamaz durumda.
Bugün sosyal medya bir tartışma mecrası değil; devletlerin yürüttüğü vekâlet savaşının ana cephesi. Elon Musk, ekranlarımızın arkasındaki bu savaşın örtüsünü kaldırdı. Artık hiçbir devlet “o ben değilim” diyemez.
X’teki operasyon hesaplarının aynı anda patlaması; Siyonist ağları, BAE–Suudi–Mısır merkezli yapıları, ABD–Almanya kaynaklı medya hesaplarını, Hindistan ve Tayvan merkezli trol fabrikalarını açığa çıkardı.

Ortaya sarsıcı bir gerçek de saçıldı: Gerçek kullanıcı artık istisna.
İki yıldır X hesabım yok ama oradaki manipülasyonun etkisi hayatın her alanına sızıyor. Depremler, yangınlar, seçimler… Hepsinde dijital operasyonların izini gördük.

Temmuz’da yazdığım “Botlara söven Don Kişotlar” yazısında anlatmıştım: X’te gördüğünüz üç paylaşımdan biri insan değil. Bazı kullanıcılar botlarla tartışarak yel değirmenlerine savaş açan Don Kişot’a dönüştüklerinin farkında bile değiller.
Asıl soru şu: Musk devletlerin kirli hesaplarını açığa çıkararak neyi amaçlıyor?
Siyonizmin akıl hocası Yuval Noah Harari’nin dediği gibi: “Veriyi kontrol edenler, geleceği kontrol eder.”

Benim okumam şu: Musk devletlerin 5. kol faaliyetlerini deşifre ederek kendi gücünü gösterdi. X’in yalnızca bir platform değil, bir dijital egemenlik alanı olduğunu ilan etti.
Byung-Chul Han ise “Şeffaflık insanı camlaştırır” diyor.

Platformlar kabuk değiştirirken, kullanıcı görünür olmaya mahkûm; devletlerse görünmez kalmanın savaşını veriyor.
Bu ifşalar savaşın bittiğini değil, cephe değiştirdiğini gösteriyor. Yapay zekâ çağında egemenliğin kimde olacağını da…
Ve asıl soru artık şu:
Devletler mi teknoloji şirketlerini kontrol edecek, yoksa “teknoloji imparatorlukları” mı devletlerin kaderini belirleyecek?

İki gündür gelen mesajları okuyorum… Kanım çekildi adeta. “Allah uzak etsin” deyip durdum. Birini aktarmak istiyorum:“Ab...
23/11/2025

İki gündür gelen mesajları okuyorum… Kanım çekildi adeta. “Allah uzak etsin” deyip durdum. Birini aktarmak istiyorum:

“Abi ben de ufak ufak başladım. Sosyal medyanın etkisi oldu. Takip ettiğim hesaplar bir anda servet sahibi olanların hikayelerini paylaşıyordu. Bir gecede son model araba alan yaşıtlarımı izledikçe hırslandım. Özel bir üniversitede okuyordum ve aslında babamın işleri yerindeydi. Futbola ilgiliydim, güya bilgimi de ölçüyordum. Dünyadan alt liglere yoğunlaşmıştım. Kazandım ancak bir gecede büyük paralar batırdığım çok oldu. Baktım gidişat iyi değil, bıraktım. Okul bitti ve sevdiğim kızla evlendim. Ailelerin desteği ile kurduk yuvamızı. Borcumuz yoktu. Evimiz vardı. Bir emlak şirketinde müşteri temsilcisiydim. Maaşım iyiydi. Bahis oynamaya sardım yeniden. Sonrası facia abi. Ne iş kaldı ne ev ne de eş. Gün gün tükettim. Eşim öğrendiğinde arabayı satmıştım. Daha da kötüsü altınlarının bir kısmını çalmıştım. Yıkıldı. Çocuk bekliyorduk. İkinci bir şans istedim. İkna oldu, büyüklere duyurmadık. Hatta, anlaşılmasın diye kalan altınlarla yeni araba aldırdı. Ancak sözümde durmadım. Kaybettiklerimi yerine koyma hırsıyla kredi çektim. Birkaç ay sonra eve, icra kağıtları geldi. Bebeğimiz doğmuştu. Annesine gitti. Üç ay sonra da boşadı beni. Aslında ailesi çekip aldı. Annem, babam, ablalarım… İnsan içine çıkamaz oldular. İntihar etmeyi çok düşündüm. Çocuğumun olduğunu bile hissedemedim. Ama annem elini çekmedi benden. Göz yaşlarıyla sarıp sarmaladı. Bu sürede bol bol Kur’an okudum, namaz kıldım. Dua ettim. Tövbe ettim. Haftalar sonra evden cuma namazları için çıktım. İkindi vaktine kadar camide oturuyordum. Müezzinin dikkatini çekmiş. Oturduk, sohbet ettik. Yaşıttık. Arkadaş olduk. Yazında “dal” demişsin ya abi, ben de ona tutundum. Toparladım şükürler olsun. Babam, kumarı terk ettiğime ikna oldu. İşe soktu. Ama giden gitti abi. Şimdi arada çocuğumu görmek bile bana büyük nimet. Çocuğumun annesi iyi ki evi terk etmiş. Yoksa onlara zarar verebilirdim. Abi kumarın yasalı, illegali yok. Hepsi aynı.”

***

Çok sarsıcı değil mi? Ancak daha da sarsıcı olanı gençlerin ilgiyle tekip ettiği bazı fenomenler de bu kumar çarkının içindeler. Özellikle eski sporcular…

Arkadan bağır çağır koşturarak geldiler. Nereden buldularsa… Kartondan kocaman bir ruloyu omuzlamışlar, savaşçılık oynuy...
22/11/2025

Arkadan bağır çağır koşturarak geldiler. Nereden buldularsa… Kartondan kocaman bir ruloyu omuzlamışlar, savaşçılık oynuyorlardı.
Durdum, dikkat kesildim. Ateş ediyorlardı. Öndeki çocuk, “Hadi bu sefer vuracağız!” dedi.

Hızlandım hemen, yanlarına doğru yürüdüm. Her atış mizansenlerinden önce durup nişan alıyorlar, sonra “vurduk” diye seviniyorlardı.

Yetiştim sonunda. Tanıştık. O güzel isimleri bende kalsın. Biri üçe, diğeri beşe gidiyormuş.
Daha ufak ama atılgan olana sordum: “Niye o ülke?”

Dik dik baktı yüzüme. Sanki çocuk değil de Gazze’deki tüm acıların şahidi vardı karşımda: “Ama abi onlar Gazzeli çocukları öldürüyor.”

Sonra sustu. Daha fazlası gerekmiyordu zaten. Şimdi tam burada, bu sahneye ince bir çizgi çekmek istiyorum. Çocukların bu tür silahlı oyunları oynamasının zararlarından bahsedenler çıkabilir, teoride haklı da olabilirler.
Ama pratikte?

Bu iki aslan parçasının omuzladığı kartondan bir “silah” değil, ağır bir yüktü aslında.

Daha çarpıcı olanı ise şu: Bu çocuklar, popüler kültürün ürettiği hayali kahramanları oynamıyorlardı. Ne Hollywood’un pelerinli süper güçleri, ne çizgi filmlerin abartılı kurtarıcıları, ne de oyun şirketlerinin tasarladığı o yapay karakterler… Onların oyunu, tarihin en kanlı ama en gerçek sahnesinden alınmaydı.

Siperleri Gazze, kahramanları ise çizgi romanlardan değil, etten, kemikten ve imandan örülü o şanlı direnişin ortasından çıkanlardı.

Bu çocuklar, Gazze’de bombaların altında direnen yaşıtları için, oyun da olsa “ses” veriyorlardı.

Bugün Gazze’de soykırım altında bir kahramanlık destanı yazılıyor. Bu evlatlarda da o destanın ayak sesleri vardı.

Oysa o karton boru, en gelişmiş silahlardan daha büyük bir hakikati fısıldıyor: Superman’in yerini direnişçilerin aldığı, çocukların oyunlarında bile tarafını “zalime karşı” seçtiği bir dünyada, İsrail’in kazanma şansı hiç kalmadı.

Onlar bir şehri, bir halkı, bir nesli öldürürken, Edremit’in sahillerinde, Londra’nın parklarında, New York’un meydanlarında dengeler çoktan değişti.

Kartondan silahlarla başlayan bu oyunda yakın geleceğin sahnesini izledim ben.

“Pedagoji” ise bazen hayatın gerçeklerini aşamaz. Gazze’de tıkanır mesela. Gazze ise hayatın ta kendisidir ve yaşayan bilir. Çocuk da olsa ancak kalben hissedebilen anlar. Değil mi?

Normalde sosyal medyada yeme-içme görüntüsü paylaşmam. Ama bugün bu şahane “masayı” görün istedim. Her evde olan, herkes...
22/11/2025

Normalde sosyal medyada yeme-içme görüntüsü paylaşmam. Ama bugün bu şahane “masayı” görün istedim. Her evde olan, herkesin ulaşabildiği en sade, en doğal öğün. Kahvaltım.

“Şu saatte ne kahvaltısı” demeyin. Ben sabah saatlerini yıllardır “pas” geçenlerdenim. Ne deniyor? Öğün atlamak. Kahvaltıyı genelde 13–14 gibi ofiste yapıyorum. Hatta 3’ü geçtiği de oluyor.
Allah razı olsun, Nuriye Hanım yıllardır her sabah kahvaltımı peşime koyar. Ben de saat kaçta olursa olsun açar yerim. Evde ne varsa artık. Arkadaşlar da var olsun, salatayı bazen yemekhaneden getirirler.

Dışarıdan yememeyi tercih etmemin çok net dört sebebi var: Sağlıklı değil. Kaliteli değil. Artık “güvenli” değil. Ekonomik hiç değil.

Bu paylaşımı da, dışarıda yemek yemenin hayatlara mal olduğu şu günlerde, özellikle gençlere ve genç çiftlere hem bir öneri hem de “muhabbet olsun” diye yapıyorum.

Hayatınızı şekillendiren her kararın büyük olması gerekmez, aslında çoğu zaman önemsenmeyen o küçük alışkanlıklar belirleyicidir.

Evden yemek götürmek de zor değil. Bir kap, birkaç dakikalık hazırlık, biraz da evdeki muhabbet.

Hem mesele sadece yeme-içme de değil. Birlikte kurulan küçük düzenler, evliliğin en sağlam bağları da olur. Çiftler olarak çalışıyorsanız; biriniz sabah hazırlanır, diğeriniz yumurta haşlar, sefer tasını hazırlar. Hayatı “paylaşmak” aslında tam olarak budur.

Aile olmanın, birbirine destek olmanın, yorgunlukları azaltmanın türlü ve küçük yöntemleri var arkadaşlar. Sefer tasları da yıllardan beri bizim kültürümüzde bu yolun taşlarını döşemiştir.

Kahvaltı, tencere yemeği, buram buram kokan bir dilim kek ve tabii ki çay…Bir evin gün içindeki döngüsünü belirleyen rutinlerimiz. Birini çekip alın, hayatın tadı kaçar değil mi?

Nuriye Hanım’ın sabahları hazırladığı bu küçük kaplardaki zeytin-peynir, öğleden sonraları bütün enerjimi toparlıyor. Değeri de lezzeti de gerçekten tarifsiz.

Kısacası bu paylaşım bir “yemek fotoğrafı” değil. Bir teşekkür, bir farkındalık...

Tavsiyem: Evden yemek götürmeyi küçümsemeyin hatta önemseyin. Hayat, küçük değişiklerle güzelleşiyor.

Eğer istersek... Değil mi?

Ellerinize sağlık 🤗

Geçtiğimiz günlerde bir arkadaşımla sohbet ederken, hepimizin ortak sorunu haline gelen meseleye geldi konu: “Ekran bağı...
21/11/2025

Geçtiğimiz günlerde bir arkadaşımla sohbet ederken, hepimizin ortak sorunu haline gelen meseleye geldi konu: “Ekran bağımlılığı.”
Kimde yok ki?
Çocuklar, yetişkinler, öğretmenler… Herkes bir şekilde ekran karşısında yaşıyor.
Arkadaşım bir psikolog ve orta yere hiç beklemediğim bir gerçekliği bıraktı: “Ekran bağımlılığı artık bambaşka bir şeye dönüştü ve kimse bunun farkında değil.”
Merakla sordum: “Neye dönüştü?”
Cevabı ağırdı: “Sanal kumara! Son aylarda bir anda tepe taklak olan hayatları dinlemekten yoruldum.”
Sonra örnekler geldi. Öyle ki, içime işledi: “Durduk yere oturduğu evini satanlar… Arabayı elden çıkaranlar… Daha önce kimseden borç istemeyen birinin ufak ufak borç istemeye başlaması… Her şey yolunda giderken aniden biten evlilikler… Sebebi açıklanamayan davranış değişiklikleri…”
Bunların hepsinin ortak bir izi olabileceğini söyledi.
Bir an durdu, sesinin tonu değişti:
“En acısı da intiharlar. İşinde gücünde, memuriyetinde, düzenli hayatı olan ve inançlı insanlar…Görünürde hiçbir neden yok. Ama arka planda büyük bir sanal kumar bataklığı çıkıyor.”
Sonra, gecemi kurşun gibi delip geçen o cümleyi kurdu: “Bazıları borç aileye kalmasın diye eşini ve çocuklarını da yanında götürüp intihar ediyor. Bunu bir ‘iyilik’ sanıyor.”
Donup kaldım. Elimdeki telefona düşmanmış gibi baktım. İlk defa oldu, böyle bir his.
Ekranın masum görünen ışığının, insanları nasıl sessizce içeri çektiğini düşündüm.
Gece yarısı bir tıklama, bir reklam, bir oyun linki… Derin bir karanlığa, bataklığa açılan kapıya dönüşüyor.
Bu satırları yazmamın tek nedeni şu: Etrafımızda, tanıdığınız bildiğiniz insanların ani değişimlerini ciddiye alın.
“Bir sebep” aradığımız davranışların arkasında, görünmez bir çöküşün, batan bir hayatın işaretleri olabilir.
Birinin sessizleşmesi, içine kapanması, borç istemesi, aniden garip kararlar alması…
Kendiniz, eşiniz ve göz bebekleriniz olan evlatlar için şunları lütfen ıskalamayın: Sanal kumar bir gün kapınızı çalmaz. Zaten evinizin içinde, cebinizde, yatağınızın başucundadır. Bir tıklamayla başlayan şey, bazen bir ömrü bitirir.
Bakın!
Dikkat edin!
Sizin bir cümleniz, yoklamanız, fark edişiniz, bir insanın uçurumdan dönmesine yetecek “dal” olabilir.

Az önce dizide, Trabzon’un Fethi için ordusunun önünde dağları aşan Sultan Fatih’in Kadırga Yaylası’nda yaptığı sert yok...
18/11/2025

Az önce dizide, Trabzon’un Fethi için ordusunun önünde dağları aşan Sultan Fatih’in Kadırga Yaylası’nda yaptığı sert yoklamayı izledik.
Gördüğüm en sarsıcı ve kuşatıcı dizi sahnesi… Videosunu bilerek paylaşmıyorum, çünkü hissettiklerimi yazmak istedim.
Toprak ağır, rüzgâr sert, yol ise artık omuzlara çökmüş. Günlerdir intikalde olan, bataklıkları, yamaçları aşan ordunun yüzünde aynı çizgi: Yorgunlukla sadakatin birbirine karıştığı o ince keskinlik.
Pontus’a doğru hemen yola koyulmak için Başveziri ile anlaşamayan Sultan Fatih, otağından çıkıp erlerinin, komutanlarının, yaverleri ve paşalarının tek tek gözlerinin içine bakarak sordu: “Yoruldunuz mu?”
Bu bir emir değildi, bir yoklama, bir gönül ölçüsüydü. Kimin yürüyüşünde tereddüt, kimin yüreğinde ateş olduğunu anlamanın en temiz yolu buydu.
Sonra o sahne genişledi…
Fatih, sadece ordusuna değil bütün bir coğrafyaya selamlar yolladı.
Anadolu’ya, Balkanlar’a, Rumeli’ye, Türkistan’a, Yörük obalarına…
Toprak toprağa, şehir şehre bağlandı.
Ardından Sultan, yaveri Yusuf’a döndü.
“Eğer yorulduysan, memleketin Malatya’ya dön.”
(…)
“Somuncu Baba dergâhında dizini kır… ‘Ben döndüm’ de.”
Bu cümle, yorulmanın ayıp olmadığı ama dönmenin de teslimiyet istediğini anlatan ince bir hikmetti.
Sıra, canını emanet ettiği Sivas Şarkışlalı Muhsin’e geldiğinde ise tarih bir anda ileri sardı.
Sahnenin rüzgârı sertleşti, Fatih’in öfkesi bir anda siteme dönüştü.
Ve o an, altı asır öteden bir isim düştü izleyicinin kalbine:
Merhum Muhsin Yazıcıoğlu.
Bir selam gibi, bir hürmet gibi…
Zigana’nın rüzgârı kadar ağır, karı kadar temiz.
“Yorgunluk” kelimede kaldı.
Çünkü bazı adamların yürüyüşü bitmez, yorulmaya gelmez, dursa da yolundan dönmez.
Sahne madem tarihten bugüne uzandı. Aynı sorunun içindeyiz artık:
“Yoruldunuz mu?”
Belki.
Ama dönemeyiz.
Çünkü Kadırga Yaylası dizi sahnesi değil, bu coğrafyanın ve hepimizin kalbinde kurulu bir meydan.
Ve o yürüyüş hâlâ devam ediyor. Tarihin akışını bir kez daha değiştirecek yiğitler omuz omuza, aynı soruya aynı cevapla yürüyor: “Yoruldum ama dönmüyorum.”
Bakın Maçka’nın sırtlarına, Eren Bülbül’ün izleri duruyor.
Zamana kök salmış “adamların” yürüyüşü hâlâ bize yol gösteriyor.
Peki biz…
Bu büyük yürüyüşün neresindeyiz?

Tam dört yıl önceydi… Yine böyle bir kasım ayında, sadece bir programı değil, geçmişten bugüne, şimdiden yarına bir yolc...
17/11/2025

Tam dört yıl önceydi… Yine böyle bir kasım ayında, sadece bir programı değil, geçmişten bugüne, şimdiden yarına bir yolculuk başlattık.
Hızla tüketilen gündemlerin, hafızası budanan toplumların, köklerinden uzaklaştırılan insanların dünyasından sıyrılarak, unutanlardan değil, hatırlatanlardan olmak istiyorduk.
Köklerimizle bağımızı güçlendirmek ve bizi biz yapan bütün değerleri yeniden anlamlandırmaktı derdimiz.

Bir sokak röportajıyla tanıştığımız İbrahim Ufuk Kaynak Hoca’nın tarihe yaklaşım biçimi, bu programın rotasını belirledi. Hoca, tarih kitaplarında ezberlenen kalıpları kırdı, olayların üzerine örülen ideolojik duvarları yıktı.
Yakın ve uzak tarihi yeniden yorumlamakla kalmadı, her bölümde biraz daha genişleyen bir perspektif sundu.

Hoca’nın anlatımları sayesinde fark ettim ki: Tarih, sadece geçmişin hikâyesi değil; bugünün kodlarını çözmek için elimizdeki en güçlü haritaydı. Bir milletin yürüyüşünü anlamanın yolu da bu haritayı doğru okumaktan geçiyordu. Bu yüzden Hafıza, 99 bölüm boyunca bitmeyen bir “öze dönüş” çağrısı oldu.

Her bölümde başka bir pencere açtık. Unutulmuş kişileri, çarpıtılmış hadiseleri, gölgede bırakılmış meseleleri ele aldık ve bugünün dünyasıyla, bugünün krizleriyle, bugünün hakikat arayışlarıyla ilişkilendirdik.

Ve bugün… 100. bölümü geride bırakmanın gururunu yaşıyoruz.

Sadece bir program değil; dijital mecralarda nadiren rastlanan bir istikrarın, bir emeğin, bir gayretin adı oldu Hafıza. Milyonlarca izlenme, yüz binlerce yorum, sayısız başlık, siyaset kürsülerinden akademik çevrelere, televizyona programlarından sosyal medyaya kadar yayılan bir etki alanı oldu.

Hafıza, dört yıl içinde yüzlerce gencin dünyaya ve olaylara bakışında yeni pencereler araladı. Kimine tarih merakı kazandırdı, kimine daha geniş bakış açısı... Kimine bir soru, kimine bir yön belirledi. Ama izleyen herkeste mutlaka bir iz bıraktı.

Bu 100. bölüm, bir bitiş değil, hafızanın yeni bir sayfası olacak inşallah.

İzleyen, paylaşan, yorumlayan izleyicilerimize ve programda emeği olan görünmez isimlere çok teşekkür ederim ☺️

Doğu Türkistan yıllardır karartma altında. Çin, turistik dekorların arkasına sakladığı şehirlerde gerçek hayatı kimseye ...
16/11/2025

Doğu Türkistan yıllardır karartma altında. Çin, turistik dekorların arkasına sakladığı şehirlerde gerçek hayatı kimseye göstermiyor; yabancıların gördüğü şeyler kurgulanmış bir sahneden ibaret. Uygurların yaşadığı sokaklara girip hakikati belgeleyen bir gazeteci ise bugüne kadar olmamıştı.
Ta ki Taha Kılınç, bütün riskleri göze alıp sessizce Gulca’ya girene kadar.
Sekiz gün boyunca polis takibini, kameraları ve kontrol noktalarını aşarak izleri silinen camileri buldu, mezarlıkların yok edilmiş parçalarını takip etti, Uygurların gözetim altındaki mahallelerine girdi. Bu tanıklıklar “Kayıp Coğrafyanın İzinde / Doğu Türkistan Seyahatnamesi” adıyla Ketebe’den yayımlandı.
Kılınç’ın yaptığı sadece bir saha gezisi değildi. Yolculuktan önce haftalarca şehir planlarını, eski haritaları, uydu fotoğraflarını çalışmış; yıkılan camilerin yerini, düzlenen mezarlıkların izini önceden tespit etmişti. Bu yüzden bölgede karşılaştığı “yeni yapılar” onu şaşırtmadı: Çünkü minarenin gölgesini bile haritadan tanıyordu.
Seyahatin en çarpıcı yanı ise yüzlerce fotoğraf çekmesine rağmen sosyal medyada tek kare bile paylaşmamasıydı. Çünkü elindeki bilgiler anlık etkileşimi değil, tarihe bırakılacak kalıcı bir tanıklığı hak ediyordu.
Yıllardır yapılamayanı yaparak Çin’in sakladığı hakikati sahadan çıkaran kitap, Doğu Türkistan’ın zihinsel haritasını da çıkarıyor: Kaşgar’dan Hoten’e, Aksu’dan Turfan’a kadar şehirlerin nasıl dönüştürüldüğünü; mezarlıkların nasıl yok edildiğini, İslam’ın görünür bütün izlerinin nasıl silindiğini gösteriyor.
Sahadaki manzara ise yürek burkuyor:
• Hoten’de cuma namazı için bağlılık yemini isteniyor.
• Gulca’da camiler kapalı.
• Yarkent’te camiler müzeye çevrilmiş.
• Sokaklarda tek bir başörtülü kadın yok.
• Mezarlıklarda dua etmek bile suç.
• Evde fazla yiyecek, fazla yorgan bulundurmak yasak.

Taha Kılınç’ın şu sarsıcı sorusu ise zihnime çakıldı: “Hiç ezan duymadan, camiye gitmeden büyüyen Müslüman çocuklar kimliklerini nasıl koruyacak?”

***

Kitapla ilgili bugün gazetede uzun bir yazı yazdım, buraya ancak bu kadarı sığdı. Lakin yakında Beraber Okuyalım videosu çekeceğimi duyurmuş olayım.

Kitabı kimler okudu, yorumları merak ediyorum?

Okullar tatildi… Lakin bu hafta her akşam aynı çileyi yaşadım: İşten eve gelmek en az 1.5 saat sürdü.Bu nasıl bir şehir ...
14/11/2025

Okullar tatildi… Lakin bu hafta her akşam aynı çileyi yaşadım: İşten eve gelmek en az 1.5 saat sürdü.

Bu nasıl bir şehir yönetimi, nasıl bir trafik planlamasıysa, tatilde bile nefes alamıyor İstanbul.
Trafik, artık sadece bir “yoğunluk” değil, her gün her saat vaktimizden, sağlığımızdan peşin ödediğimiz bir cezaya dönüştü.

Her gün aynı yollar tıkalı, aynı kavşaklar kilit… Sanki biri bu şehrin yollarını elleriyle tıkıyor.

Bizler de aynı döngüde, öndeki ve arkadaki araçlardaki insanlar olarak, birbirimize çarpmadan, öfkelerimize değmeden yol almaya çalışıyoruz.
Koca İstanbul kendi kaderine terk edilmiş gibi. Sanki bu şehrin idarecileri başka bir haritada yaşıyor, bizim geçtiğimiz yollarla onların kullandığı yollar aynı değilmiş gibi.

Arabada otururken düşündüm: İnsanı sadece trafik değil, bu umursamazlık da yoruyor. Yollar değişmiyor, çözümler gecikiyor, sorumluluk ise hep vatandaşa yükleniyor. “Sabır” taştı taşmasına ancak bu arada bu keşmekeşe “alıştırıldık” da. Evet, alıştık. Sorun da bu. Tüm bunlar biz kanıksadık diye oldu, oluyor, olmaya devam edecek.

Biriken öfke, yılgınlık ve tükenmişliğe dönüşmüş. İstanbul her haliyle, her yaşayanı ile yorulmuş. Her kırmızı ışıkta, her dur-kalkta, her korna sesinde hissediliyor bu yılgınlık.

Bu keşmekeş sadece insanlarını değil, İstanbul’un ışığını da söndürüyor. İstanbul’un güzelliğine, neşesine, tarihine siyah bir gölge düşmüş gibi artık.
Bu şehir bir zamanlar insanı içine çeken büyülü bir masaldı. Sokakların eski neşesi yok, akşamın o güzel telaşı yok.

Her şeyin üzerine, fark ettirmeden çöken ağır bir gölge var: İhmalin, kötü planlamanın, bitmeyen keşmekeşin gölgesi.

İstanbul güzelliğini kaybetmedi ama o güzelliğin üstünü örten bir karanlık büyüdü. O gölge gün gün, saat saat şehrin ruhunu örttü.

Şimdi, okulların tatil olduğu bir haftada, 1.5 saatlik eve dönüş yolunda, pazartesiyi düşünemiyorum bile.

Yoksa: Bizler artık, sadece haritada birer ‘yoğunluk noktası’ndan mı ibaretiz?

Saraybosna tepelerindeki “Sırp keskin nişancılar” yıllarca konuşuldu ama bugün biliyoruz ki tetiğe sadece onlar basmadı....
13/11/2025

Saraybosna tepelerindeki “Sırp keskin nişancılar” yıllarca konuşuldu ama bugün biliyoruz ki tetiğe sadece onlar basmadı.

Zengin Avrupalılar, “turistik paketlerle” Bosna’ya getirildi, mevzilere yerleştirildi, sokaklardaki çocuklara ateş etti. Yani paralarını ödeyip “katliam deneyimi” satın aldılar.

Akıl alır değil ancak şimdilerde İtalya’da açılan davalar, Milanlı estetik cerrahların ve varlıklı silah meraklılarının Saraybosna’yı bir insan safarisi parkına çevirdiğini ortaya çıkarıyor.

Bilinen, fısıldanan ama üstü otuz yıl boyunca örtülen bu “ölüm turları” Avrupa’nın gerçek yüzünü açığa çıkaracak.

Vah tabloyu en önce görenlerden biri, vicdanlı ve cesur İspanyol yazar Juan Goytisolo idi.

‘Saraybosna Günlüğü’ kitabında Saraybosna’ya giderken Paris’ten Split’e uçtuğu o uçakta etrafına bakıp soruyordu: “Bu insanlar Dalmaçya kıyılarına hangi arzuyla gidiyor? Bir halkın acısı, başka halkların eğlencesi olabilir mi?”

Goytisolo, uçaktaki tuhaf kalabalığın Balkanlar’da “savaş heyecanı” peşinde olduğunu sezmiş ve yıllar sonra gün yüzüne çıkan bilgilerin sözlü belgesine imza atmıştı.

Avrupa otuz yıl sakladı. Şimdi ise şu sorular havada dolaşıyor:
- O tepelerdeki turist nişancılar kimdi?
- Hangi ülkelerin pasaportlarını taşıyorlardı?
- Evlerine dönünce nasıl bir hayat sürdüler?

Aslında yanıtları belli: Günlük yaşamlarına, kliniklerine, toplantılarına döndüler. Hiçbirinin eline savaşın kanı bulaşmadı, çünkü Avrupa medeniyeti, döktüğü kanı başkalarının elinde bırakma sanatıdır. Ama tarihin hafızası temizlenemez, silinemez, yıkanamaz.

Bugün dosyalar Bosna için yeniden açılıyorsa bunun tek nedeni var: Adalet gecikse de kapıyı mutlaka çalar.

Bu yüzden Gazze’de çocukları öldüren, sivilleri hedef alan, hastaneleri bombalayan İsrail askerleri için de şimdiden not düşelim: Onları alkışlayanlar, koruyanlar, propaganda ile parlatanlar da yarın isim isim deşifre olacaklar.

Kader ağlarını Saraybosna’daki turist nişancılar için nasıl örüyorsa, Gazze kasapları da aynı sonu yaşayacak.

Hiçbir ordu, hiçbir medya, hiçbir propaganda masum sivillerin ölüm kokusunu bastıramayacak.
Saraybosna’daki insan avcıları tarihten kaçamadı; Gazze’de tetiğe basanlar nereye kaçacağını sanıyor?

Address

Topkapı

Alerts

Be the first to know and let us send you an email when Ersin Çelik posts news and promotions. Your email address will not be used for any other purpose, and you can unsubscribe at any time.

Share

Hoş geldiniz.

Merhaba ben Ersin Çelik. Gazeteciyim. Sayfamda habercilik dışında vloglar yayınlıyorum. Kamplara, doğa gezilerine, sosyal sorumluluk projelerine ve kitap okuma etkinliklerine katılıyorum. Benim için hem öğretici hem de eğlenceli olan anları kaydediyorum. Beni Twitter ile Instagram’dan takip edebilir ve YouTube kanalıma abone olabilirsiniz.