ALEV Dergisi / Списание АЛЕВ

ALEV Dergisi / Списание АЛЕВ Bulgaristan Türkleri'nin dili, edebiyatı,inançları, folklloru ve araştırmalar.(Литерат?

ÇALINAN EŞEKYukarı mahalle köyünde sabah sabah bilinmeyen, duyulmayan havaleler koptu. Öyle bir havaleler ki, ta çevrede...
01/06/2025

ÇALINAN EŞEK

Yukarı mahalle köyünde sabah sabah bilinmeyen, duyulmayan havaleler koptu. Öyle bir havaleler ki, ta çevredeki tepeler üstü Babayusuf, Paşalar, Geve mahallelere yankılar sedalandı. Gürültülü sesler, bağırış çağırışlar bu en yakın Babayusuflar halkını evlerden meydana çekti.
Zaydalar’ın Koca İsmail, boşta bulunduğu için mi, Ağa olduğu için mi, böyle hallere, meydan korkorbaşı olurdu. Sağ-sola bakınınca ve köydeşlerin bakışlarından anlardı ki, bu havaleler Yukarı mahalleden gelmiştir. Hiç ikiyi bir etmeden, Ala yerine geçti, ellerini yanaklarına yapıştırdı, tellal gibi yüksek bir ses ile karşıya doğru bağırdı:
-Memet Ağa, neler olduuuu?
Karşıdaki köy meydanından aynı yükseklikte seda geldi:
-Kocamustafa Hasan’ın eşeği çalınmııııış!
-Ne, neee diyorsun? Meşe mi yanmış?
-Yok yoook! Eşek, e-şeeek... çalınmıııış!
Zayid Ağa bir gülümsedi, bir gülümsedi ve yanında köydeşlerine:
-Hiç olur mu, ya!? Bir eşek için ortalığı karıştırdılar! Karga (ayıptır söylemesi), daha bokunu yememiş, onlar erken erken dünyayı devir edecek kadar havalele çıkarırlar! Hadi, hadi, basın! Herkes işine geçsin!
Halk sağ sol sokakları tuttu ve meydanı boşalttı.
Bir başka idi Yukarı mahallede. Meydandaki heyecan oldukça kızışır, sesler, yüksek konuşmalar devam ederdi.
-Vay Hasan amca, vay, şu senin yaramaz eşek, nereye mi kaydı?
-Deme, ya Osman! Neresi yaramaz?! Tüm yükleri taşır! Geçen gün Allan’dan senin tütün bohçalarını kim getirirdi? Söyle bakalım!?
Osman, fetvasını almış, sustu durdu. Zavallı Hasan ne yapacağını bilemezdi. Tüm ümitleri yer altına batmıştı. İki eli, kolu bağlı kaldı. Nereye tutacağını bilemezdi.
Bazı komşular merhamet duymak üzereydi, bazıları ilgisiz ve bazıları da bıyık altında gülümseyerek, kendilerini biraz yana çekmiş, mırıldayarak yorumluyorlardı:
-İyi ki kayboldu, gitti! Zaten, onun o borazan sesi canıma “tak” demişti. Ha çenesini açmış, ha etraftaki tüm eşekler koro grubunda seslerini karıştırırdı.
-Hem de nasıl!? Saatlerce susmuyorlar, meretler!, Topal Mümün ekledi.
Bunlara karşı Dikmeoğlu Şaban bir gülüş çıkardı ki, meydan sarsıldı. Ve dahasını da türkü gibi ilave etti:
-Hani benim eşeğim, eşeğim/ altına çul döşeyim, döşeyim...
Olay bir iki gün söylendi, susuldu, unutuldu. Hasan ise, ikide bir başını sallar ve “of, of” demekle, çaresiz haline katlanırdı. Kimi sırtına tütün bohçalarını geçirmiş eve getirir, kimi kestiği dal-budakları sürükler. Komşuları da ona sayır vakitlerde kendi hayvanlarını yardıma koşar-verirlerdi.
Aradan yaklaşık iki hafta geçmişti. Eşekten ne ses, ne seda, ne de bir hangi iz. Hasan, tüm etrafı dolaştı. Gezmeyen orman, çukur, fundalık kalmadı. Üşenmeden ta Ürkeden dağ tepesine çıktı, dolaştı, etraftaki köylüleri sordu. Bilene, görene rastlayamadı. Yok ta, yok! Eşeği sanki yer altında com-bat oldu. Eni sonu aramaktan meramını aldı, başına geldiği hale katlandı.
Bir gün Ayı pınarı ormanında kışlık odun hazırlamaya gitti. Ara-sıra etrafa bakınır ve içinden hep o ümitler, acılar beynini zorlar: “Nereye kayboldun canım eşeğim? Yoksa ayılara mı kaptırdın kendini. Yok, yok! Bunca yıllar yörede ayının izini görmedik ki! Bu orman da boşuna Ayı adını taşıyor.”
Öğle üstü bir ağacın gölgesinde oturdu, torbadan kuru soğanı, ekmeği çıkardı. Bakışları da karşıda kalan köyü ve onun yanı başında çağlayanları izliyor.
Yağbasan derenin bir kolunu oluşturan su. Tepeden, Çam sırtı çağlayan boyu, fundalık içinde ve Ürkeden köyü mahallesi, Bağdatlılar, evleri yanından aşağı salınan çağlayan.
Hele de Ağa evi, tam çağlayanın yanında boy yükseltmiş kale gibi gözüküyor. Oradan sular köy yanı ve Yukarı mahalle üstü, iki çağlayana salıverilir ve köy altında dereyi doldurur götürürlerdi.
Hasan hem manzaraya bakar, hem acı soğanın tadını çıkarır. Bir ara elini yanındaki mataraya uzattı, kapağını açtı, ağızına doğru kaldırdı. Biden borazan eşek sesi yükselerek etrafı çınlattı. Ses, o kadar özel bir sesti ki, onu kimse başka biri ile şaşırtamazdı.
Hasan sıçradı. Ses, Ürkeden köyü fundalıktan geliyordu. Sedası, etrafa saçılır saçılmaz, Yukarı köy eşekleri sesleri ile karıştı gitti. Hasan ne yapacağını şaşırdı. Savurdu matrayı, ne torba, ne baltaya baktı, koştu gitti. Bir solukta o dik yamacı çıktı. Eşek fundalık yanında bağlı ot otluyordu. Sahibini görür görmez kulaklarını dikti, sanki birşeyler söyleyecek gibiydi. Hasan hemen ona sarıldı, çocuk gibi okşadı. Hayvancığı çözdü, urganı eline sardı, patikadan aşağı sevinçten deli gibi koştu.
Köylü de, sesleri duymuş, hemen meydana sıyrılmıştı. Hasan’ın eşeğini görünce bir sevindiler, bir sevindiler:
-A-a, Hasan, hem de senin eşek! Bak sen, bak! Mal, Allah’tan emanet ise, o gider gider gene sana döner!
Aradan üç gün geçti. Akşamüstü idi. Bağdatlılar’ın dört kardeşi, tüfekleri omuza asmış, Kocamustafa Hasan’ın avludaki yapıya dikildiler:
-Hasaaan, çık dışarı! Çııık!
Hasan apar topar kapıyı açıverdi. Dört deliyi görünce, ne söyleyeceğini şaşırdı. Onlar içinden bir ses:
-Eşeğimizi çalmışsın! Ya çöz ver, ya da canına kıyarız!, en büyükleri Hüseyin emretti.
Zavallı, elleri ile başını tuttu, sonra yana gerdi ve:
-Durun Ağalar, ne çalmak? Bu benim eşeğimdir, kendini savunmaya çalıştı.
-Ya eşeği çıkar, ya.., en küçüğü tüfeği omuzundan indirdi, havaya doğru kaldırdı kurşunu çekti.
Köylü, silah sesini duymuş, anında Hasan’ın evine doğru koştu. Körü topalı, Cambazı, Devecisi akın ettiler, davetsiz misafirleri dolayladılar.
-Ne bu baskı? Ne bu silah?!, Topal Mümün ortay çıkıverdi.
-Te, komşu, Bağdatlılar eşeğimi istiyorlar!, ağlayarak Hasan cevapladı.
-Yoook, eşek bizim!, Hüseyin sesini daha da yükseltti.
-Nasıl, yani!?
Dört kardeşler köylü karşısına döndü, adımlar attı, boy uzattı:
-Hasan eşeğimizi çalmış! Onu almaya geldik!
-Durun Ağalar, Hasan’ın eşeğini körler dahi 100 metreden tanıyor! Bu eşek sizin olamaz, Cambaz Sali çıkıverdi.
Sesler yükseldi, kavgaya dönüştü. Bir taraftan köylüler, bir taraftan Bağdatlılar. Enisonu, pencereden olayı izleyen Zeliyece, Dikmeoğluların gelini, elindeki unlu oklava ile koştu, halkı iterek, çıkıverdi öne, tuttu tüfekçinin birini ve:
-Ey, hırsız beşeretler, unuttunuz mu, geçen sene tarlamdan fasulye çuvalını çaldığınızı, a? Dayak yediğinizi, unuttunuz mu? Kırarım sizin tüfeklerinizi de, meraklarınızı da! Bu eşek Hasan aganın eşeğidir! Ya alın başınızı defolun buradan, ya iki oklavada sererim leşinizi! Hırsız beşeretler sizi!
Kavgayı duyanlar ta Babayusuflar ve Sülmenler mahalleleri, koşup katıldılar. Bağırıp çağırıp usandırıcıları köyden kovdular. Halk bir hayli olayı konuştu, gitti. Bir ara herkes başını aldı evlerine doğru yollandı. Ne var ki bu anda, Hasan aganın eşeği hemen ses çıkardı ve tüm eşeklerin anırmalarını ikna etti.

GÜLLÜİnekleri sırtmaça yeni gönderen hanımlar, Armut düzü, köy meydanında sabah sabah sohbetine dalmışlardı. Böyle kendi...
26/05/2025

GÜLLÜ

İnekleri sırtmaça yeni gönderen hanımlar, Armut düzü, köy meydanında sabah sabah sohbetine dalmışlardı. Böyle kendilerine vakit ayırır, konuşabilirler,içlerini rahat rahat dökebilirlerdi. Hem, evde olup bitenleri, hem bir iki havadis aktarır, öğrenirler. Güne mahallesinden Kalbiye hanım, her zaman sohbeti açan, “konuyu” ortaya sürdürendi:
-Bilseniz! Bilseniz akşam giysileri serer iken, kimi gördüüüm... Aklınız kayar gider!
Hemen, tüm bakışlar onu çevreler. O ise, bu hoşnutluğa kendini veren, yavaş yavaş başını kaldırdı, yaltakçı bıyık altı gülümsemekle, o cahil, merak içinde hanımcıkların ilgi damarlarını, son derece sabırsızlığa kaptırılmasını beklerdi. Komşu hanım, hafif bir tedirgenlik etmekle, sefketmeye çalıştı:
-Holan Kalbiye, yeter, ya! Canım ceviz kapçığına girecek! Ne görmüşsen, söyle, bekletme!
Kalbiye, ima ederek, başını alçaklamak için, daha da eğildi, sanki sözleri kötü, büyüden korur gibi, fısıdamak ile, amma, açık havada şimşek çakar gibi döktü:
-Kardeşçikleriiim, kardeşçiklerim, size yalan, bana sayı (köy ağızında “gerçek”)! Ben sofrayı yeni kaldırmıştım ve dışarıya çıktım, duvara asayım diye. Bu arada Osman’ın çoraplarını da telden toplayım, dedim. Tam o zamanda, komşu çocuğu koşarak Cambazlar’ın evine doğru geçti. Bre, kendi kendime söylendim: Neden şu çocuk koşuyor?! Yavaş yavaş yapıya doğruldum ve...
-Kalbiye – birden Mürvet onu kesti – kısa kessena, ya! Sütü ateşe koymuşum!
-Ammasına Mürvet! Süte var kim baksın! Zaten kaynanan seni elüstünde tutuyor! Sorar mısın Fadliye’nin halini? Tek başına ne yapıyor – derin nefes alarak, aşağı sokağa baktı ve devam etti – sözüme geleyim: Bir baktııım, ne göreyim! Güllü hanımın ta kendisi! Bes belli baba evine ayak atmadan, gezmeye çıkmış, meyhaneye giriyor! Biliyorsunuz, nasıl bir hanımdır! O makyajlar, dudaklar, pembeye çelen yanaklar, yüksek topuklu kunduralar... Bastığı yerde çakıllar çöver, sanki ökçeleri kaldırım üstü basıyor! Yanımdan geçiyor, ama beni görmüyor gibi. Ben de, sanki, öksürük ile balgan çıkarır, boğazımla köhledim...
Bu arada Kalbiye, gerçek olayda gibi, derin nefes aldı ve “oh” dedi, susmak üzere bir durum sergiledi.
-Ve sonra...
Eşi gezgiç olan, genç Selime gelin, hemen sabırsızlıkla soru verdi.
-Sonrası, ne!?
-Onu-bunu konuştuk ve Güllü hanım doğru köy meyhanesine gitti, bitti.
Kalbiye tekrar sustu, oralı değil gibi, ama gözleri ile diğer konukları çevreleyip süzdü. Amacı da, nasıl ve nice bir etki yarattığından emin olsun. Bu, onun gizli icat maşasıydı, ulvi bir anda kullanır, “ne içmiş, ne kokmuş” gibi.
Yanındaki Selime derin nefes aldı, kendi korkularını gizlemek amacı idi. Öteki hanımlar arasında da, kimi sesli-sessiz laflar atıştırıldı.
-Cenabet! Dün ben de gördüm! Gelmiş-gelmemiş, hemen bizim Musa yanında oturuverdi. Ne utancı var, ne vicdanı! – tıknaz, sivilceli suratlı Mediha ortaya attı. ..?
-Sen gene, Mediş! – Pakize kestirdi – onlar zaten ana tarafı kuzenidir!
-Ha-a, biliyoruz şu “kuzenlilği”! Kaçıncı kuşak!? Beşinci mi, onuncu mu!?
-Komşu, yangına körük atma, ya! Bilmiyor musunuz şu şırfıntı hanımın alışkanlıklarını? Onun huyu, öyle biçilmiş ve umrunda da değil, kimin yanında, kucağında oturacaktır! Şehirli o, şehirli! Neyi görmüş, ona tapmış! Biz bu atılmış köyde neyi gördük, neyi bildik? Bir dükkanımız var ve tarla, inek meydan yeri. Onun gibi yüksek ökçeli geysek de inekleri dikenlikte, fundalıkta kovalayalım, a!?
-Çok haklısın Pakize! Ama sen köy meyhanesine girdiğin var mı?
-Ben mi! Geçen hafta Yusuf serhoşlamış da, domuz gibi yuvarlanırmış ve muhtar Efendi bana rıca etti...
-Tamam, ama ayık kafada iken, şişe şişe rakı devirir iken, neden girmiyorsun, söyle bakalım? Galiba kaynatan seni ölüsüye dövecektir, a?
-Bre, ne akıl veren olmuşsun! Sen, Sami’ni, Yusuf’tan daha kıymatlı mal mı sayarsın? Güllü neden hep onun yanında oturur? Kara gözleri için mi, söyle bakalım?
Olayların başı olan Kalbiye, şu ana kadar seyir baktı ve hemen gelişen kavgayı durdurmak için, tedbir aldı:
-Canım hanımcıklar, sakin olalım, ya! Bir şırfıntının rezilliği için dostluğumuzu, huzurumuzu bozmayalım! Zaten o, bu gün burda, yarına alıp başını gidecektir!
-Doğru söyledin, ablam! – şu ana kadar susan Fatma da ses çıkardı – En iyisi, alsın başını gitsin! Bilinmiyor kafası nasıl akıllar üretecektir!
Erken erken kızışan tartışma, nasıl yön alacaktı ve hangi aşamaya ulaşacaktı, kimse bilemezdi. Ama Kalbiye, bunun ta daniskasını bilirdi. Hem ipucu vermek, hem dingilleri çekmek.
Azar azar hanımlar ev patikalarını tuttular. Armut düzü meydanı boşandı.
Birazdan, köy tembelleri, yataklardan sıyrılmış, meydanı tekrar dolduracaktı, çünkü onların da can sıkıcı hayatlarında Güllü hanım bir nevi neşe vericiydi.

11/03/2025
28/02/2025

ONBİR KARDEŞ VE MARTİDİŞ ABLA

**(Martudus; (Sansk. mariti dus) bir ilaç türü, 1064, Kutadgu bilig, Yusuf Has Hacib, İst., 2008.) (Bu efsane kadim asırlardan kalan bir olay üstüne, Orta Rodop yaşlı ninelerin hatıralarında muhafaza olup günümüze dek ulaşmıştır.)

Yüksek dağın yaylalarında onbir kardeş koyun sürülerine bakarlarmış. Kardeşlerin bir de ablaları varmış. O, bir yandan ev işlerine bakar, öte yandan tüm aile sorunlarına çözüm arar, bulurmuş. Boş vakitlerinde de ormanda çiçek, bitki ve meyveler toplarmış. Onların, insanlara faydası olduklarını bilir, yararlanırmış. Bazı bitkilerden, meyvelerden ilaç yapmayı da başarırmış. Onları kulübenin kilerinde tutarmış. Kiler, onun kutsal bir odasıymış.
Bir kışın sonuna doğru, kardeşlerinden biri hastalanmış. Abla da kendi yaptığı ilaçlardan ona içirip tedavi etmiş. İlacın, oldukça hem tatlı, hem de acı damarı varmış. O açıdan az miktarda kardeşine verirmiş.
Hasta, iyileşmiş ve öteki kardeşlerle beraber koyunların peşine düşmüş. Bir gün kardeşin biri laf arasında:
-Ablam sana ne içirdi, da bale (böyle) çobuk çobuk (çabuk) ayağa kalktın?
-Martidiş ilacı, em (hem) acı, em tatlı, ama biraz da başımı allak bulak etti. O-o, içim da bir sıcak, bir mutlu oldu, güleceğim gelirdi, demiş.
“Brey, acaba ne midir şu meret ilaç?” diye merak etmiş onların en büyüğü. Kendi karar görmüş, nasıl nasıl ilacın tadını deneyecek. Onu, biraz abla korkusu da rahatsız edermiş. Düşünmüş: “Ben bu işi küçük kardeş ile paylaşsam, onu yönlendirsem, bir şey olsa da, ablam ona daha babacan, af edici davranır”.
Gecenin birinde, o gizli, gözlerden uzak tutulan kilere uğramışlar. Küçük kardeş girmiş ve ne görsün: tavanda değişik, demet demet asılı kuru bitkiler sarkıyor. Bir köşede de kocaman fıçı. “Ha, ablam bu fıçıda ilacı tutar”, deyip almış sırtına, çıkmış.
İki kardeş fıçı ile ormana doğru yol almışlar. Bir çimende oturup fıçıyı açmışlar ve ilacın tadını denemişler. İlaç, oldukça hoşlarına gitmiş ve bir hayli yudumlamışlar. Sevince bulanmış içleri. Ha, deyince, ufukta şafak sökmeye başlamış. İki kardeş sezinmiş ki, fıçı yerine gitmeli. Bildikleri yolu takip ederek geri dönmüşler. Bir de ne görsünler, yol boyu ilaç fıçıdan damlamış, iz bırakmış. Bunları bir korku almış. Ne yapacaklarını bilememişler...
-Aga, biz şu izleri nasıl sileriz?, küçüğü ağlamış, Ablanın karşısına nasıl çıkarız?! Bak, kan gibi kırmızı olmuş şu meret yol!
Ağbeyi, düşünmüş ve böyle bir karar almış:
-Çözelim kuşaklarımızı izleri silelim!
Kuşakları çıkarmışlar izleri kaybetmek için yere çökmüşler o kan gibi kırmızı damlaları yok etsinler diye. Kuşaklar kıp kırmızı olmuş, ama yağmurluk altına sarıp saklamışlar. Büyüğü gene teklifte bulunmuş:
-Hadi, ayaklarımızdan sarıkları da çıkaralım!
Sarıklardan da eski parçaları koparıp iki kardeş, o kırmızı izleri yok etmeye devam etmişler. Kopan parçayı yerde ilaca batırır, yol boyu çalıya, budağa asarlarmış.
-Aga, fıçıdan da damlar! – Küçüğü, ağabeyin arkasından koşarak, bir ara bağırmış.
-Çıkar tepeliğini koy damla altına!
İki kardeş oldukça eve yaklaşmışlar. Tepelik de kırmızı martıdış ilaçı ile dolmuş. Büyüğü küçüğüne:
-Git bu ilacı koyunların başlarına sürt! Ablaya, Tanrı kınasıdır diyeceğiz!
Küçük kardeş koyunlar arasına girmiş ve beşon koyunun kafasını boyamış. Büyük kardeş ise, fıçıyı yerine koymuş...
Sabahı, kahvaltıdan sonra çıkmışlar dışarı ve kardeşlerden biri:
-Bakın, bakın, koyunlarımıza nişan koyulmuş!
En büyük kardeş:
-O Tanrı vergisi, kurban damgasıdır, demiş.
Abla da yaklaşmış ve hemen o kırmızı benlerden gelen kokuyu almış. Derin derin bakışlarını kardeşlerin üstünde tutmuş...
-Kim bunu yaptı?!, diye bağırmış.
Büyük kardeş ve küçüğü adımlarını geri geri atıp ormana doğru kaçmaya başlamışlar. Abla bir de ne görsün, patika boyu beyaz kırmızı bez parçalar dalda budakta sallanıyorlar. Hemen bağırmış:
-Durun, sizi hırsızlar! Martidişimi içtiniz!
Büyüğü küçüğüne:
-Kaç kardeş, kaç, bu Martidişçi abla bizi yakalarsa, yandık? Koş tutmasın!
Baştan, küçüğü kaçarmış, ama büyüğü ona yetişmiş ve geçmiş. Ablaları da düşmüş peşlerine. Geri kalan kardeşler de bunları izlemişler. Ardı arkası dizilmişler.
O günden bu güne dek bir birini kovalamaktalar. En büyüğü, ardından en küçüğü, “Martidiş” ablaları ve kalanlar. ..
İlaç ise, her yıl insanlar tarafından, yerde, çalılarda, budak ve koyunların başlarında beyaz kırmızı izleri ile bu efsaneyi anımsatır. Ablanın adı da o zamanlardan “Martidiş” (Martı, Mart...) kalmış.
Halk arasında o, kışın sona ermesi, hastalıklardan arınma, hoşlukların başlaması anlamına gelir.
Günümüze dek, bazı halklar, hala Marta ablayı (nine) “şarabı” insanlara veren biri sanırlar.
Her zaman o ilaç olayı Martidiş ablanın aklına geldikçe, öfkelenir ve hava bozulur. Hırsı geçince, affeder, gülümser ve hava da güneşlenir. ..

Bununla ilgili atasözü ve deyimler günümüze dek ulaşmışlar ve bunlar, halkın ona saygısını ve korkusunu ifade ederler: Ocak keser, Şubat derileri yüzer, Mart postları toplar. Ufutturma avayı (abartma havayı) Mart gibi. Mart’a darılan hastalanır. Marta dişi (hanım anlamı) kapıdan baktırır, kazma kürek yaktırır. Çobanın duası, bir keret Mart geçsin. Hava Mart’a kokmuş. Cemre düştü mü, Martın bir ayağı bizdedir... Mart Mart, kızıl Mart, sapı uzun Mart. Mart ayı, dert ayı – 22 Martta Camal gezer ve hastalıkları toplar. Mart içeri, pire (bit) dışarı. Mart kedisi. Mart dokuzu vb vb.

(Bulgarlar ise, bir efsaneye göre, Han Asparuh’un Tuna nehrini geçmesi ile bunu bağlarlar. Böylelikle Bulgarlar, Balkanlar’a inişlerini doğrularlar.
Günümüzde çok yaygınlık kazanmış olan “Marteniçka” olayı, sağlık, tendürüstlük ve hoşluk sembolüne dönüşmüştür. O, ilk Bahar’ın müjdecisidir.)

Еmel Balıkçi, "Evvelden Ezelden Balkan Folkloru", Smolyan, 2018

28/02/2025

ЛЕГЕНДА ЗА МАРТИДИШ

Във високите яйли на Тангръ дагларъ единадесет братя пасели своите сюрии с овце. Имали си те и една по-голяма кака. Тя се грижела за дома и проблемите свързани с него. В свободното си време събирала билки, диви плодове. Била знахарка и разбирала от тяхната полза за хората като приготвяла отвари, лекове. Всичките си мехлеми, отвари, билки държала тайно в една пещера. Това място било нейната "светая светих".
В края на зимата един от братята й се разболял и тя го лекувала. Имала чудодейна отвара с малко възкисел и сладникав вкус, от която давала да пие по малко, защото можело в големи количества да навреди. Оздравял брат й и тръгнал на работа.
Веднъж между другото един от братята попитал:
-Кака с какво те лекуваше, че толкова бързо оздравя?
-О-оо - рекъл той - тя има едно питие, на което казва "мартидиш". Хем е сладко, хем горчиво. Като пийнеш, става ти едно топло и болката, и тъгата се стопяват.
"Брей, каква ли е тази отвара?" замислил се най-големият брат. Решил да я опита, но се страхувал от кака си, за това намислил да впрегне в тази работа най-малкият си брат. Хем е бил любимец на кака им, хем нямало много да му се кара.
Веднъж го помолил да проследи, къде ходи кака им.
Така той разбрал за мястото на тайната пещера. Една нощ повикал при себе си малкия и му казал да го отведе да търсят отварата, защото се е разболял, и не иска да събужда кака им.
Отишли в пещерата. По тавана и стените имало окачени десетки снопи с най-различни билки. В един ъгъл малка захлупено гърне привлякла погледа му. Вдигнал и изнесъл навън. После двамата отишли на една поляна. Седнали и отворили кацата. Опитал малкият и казал:
-От тази отвара ми даваше кака и на мене!
Големият брат вдигнал гърнето и поднесъл към устата си. Пил, пил и подал на малкия.
Отварата много им се усладила. Станало им весело. Ха още глътка, ха две и докарали зората. Виждайки заревото на изгрева се сетили, че трябва да върнат обратно кацата. Върнали се обратно и оставили в пещерата. Когато излезли от там, що да видят. По пътеката капало от отварата и тя оставила червена диря.
-Батко, как ще скрием тези следи – притеснил се малкия - как ще се оправдаваме пред кака? Виж, червени са като кръв!
От страх се разревал. Големият се замислил и рекъл:
-Хайде да си отвием поясите и да изтрием тези следи!
Речено сторено. Но поясите почервенели и те ги завили под ямурлуците си. Следите още не свършвали...
-Хайде и навущата да си развием и да попием - рекъл големият.
От многото пот по тях, били изхабени и когато започнали да попиват се късали на парчета и падали на земята. Тогава взели парчетата и ги разпилели по храсти и трънаци извън пътеката. Накрая свалили си и саръците от главите и с тях попили последните следи. Върнали се към дома, но ето и друга беда, как ще влязат с червени саръци на главите. Отишли при овцете и решили да избършат саръците си в тяхната вълна. Така и десетина овце получили червени окраски на челата си.
Когато сутринта останалите братя излезли навън, се развикали:
-Вижте, някой боядисал овцете ни!
-Това е нишан за курбан - рекъл най-големият - то е дадено от Тангръ!
Сестра им чула развълнуваните гласове и излязла навън. Като видяла веднага се досетила и развикала:
-Чакайте да ви кажа аз на вас нехранимайковци! Кой е пипал "мартидиша"?
Най-големият хукнал и викнал на най-малкия:
–Бягай, ще ни хване "мартидишената" ни кака и тежко ни!
Кака им ги подгонила и викнала и на останалите:
-Тичайте да ги хванем тези беляджии!
И така един послед друг се затичали и до ден днешен тичат и не могат да се настигнат.
Лекарството останало за веки да лекува болните, а онези парцалчета оцапани с червено станали символи за здраве и хората започнали да ги кичат по животни, дървета и храсти, защото вярвали, че лековитата отвара "мартидиш" е по тях и прогонва болестите.
Сред хората останало и поверието, че червената отвара мартидиш - е дадено на хората от онази кака, в знак на което я нарекли Марта, а заради вината на двамата пакостници, назовали Мартидиша вино, за да напомня за вината им. И всеки път когато тази кака, си спомняла за изпитата отвара, се развилнявала и пращала студ на земята.
След тази легенда на света се появили много пословици сред хората:
(в превод) Януари сече, Февруари дере, Марта събира козяци. Не надувай времето като Марта. Който се сърди на Марта - се разболява. Госпожа Марта поглежда от вратата и напомня, че е време за оране и копане. Когато падне Джемре, кракът на Матра е близо. Марта гледа от небето, кара да изгориш дръжките на кирката и лопатата. Молитвата на чобанина е: веднъж Марта да дойде... Марта, Матра, червена Марта - дълга ти е сопата. Месецът на Матра е месец на мъките. Марта докарва Джамал, за да събира болести и злото. Матра навътре - бълхите навън.
(Тази легенда е разказана от Сафинас Чобан и Зекие Оджак.)

1979
Емел Балъкчи, Смолян

22/12/2024

BİR ANNEYİ „ÖLDÜRMEK“ NASIL OLUR?

Bir Türküsün kalbimde
Şarkı olamadın sen,
Türkü, söylenir gider
Şarkı yazılır, biter...

Türküyü doğa kaptı
Dere aşırdı, saçtı,
Dağ tepeler inledi
Ağaçlar, kuşlar sesledi.

Türkü can oldu, uçtu
Tanrı’yı kucakladı
Gezegen, yıldız titrer
Kainat Türkü dinler...

(“Türklüğüm” şiirinden alıntıdır.)

20 yıldan beri Türk kültürü ile baş başayım. Bu da nasıl bir beraberlik. Onu araştırmak, anlamak, anlatmak biraz geri, çocukluğumun yıllarına dönmek gerektirdi.
Ben, şahsen bir totaliter rejimin yetiştirdiği çocuğuyum. Henüz, 6-7 yaşlarında okula girdim ve oradaki eğitim sistemi sayesinde bilgileri öğrenmeye başladım. O yılların bilgi dağarcığı tamı tamına bilinçli ve asırlar boyu Rus esaretinin planladığı, diğer halkları eritme amacı, kimliksiz, kolayca halkı idare eden, bir sistem idi. Bu sistemi anlamak, bazı perde arkası kurgularını açıklamak gerekirdi. Kolay çözüm değildi. Bir hayli hayati yolu almak, uzun zaman siyasi sistemlerin tarihi özelliklerini öğrenmek ve en azından bin kitabı aktarmak, cümlelerdeki gizliliği açıklamaktır.
Düşünelim 7 yaşında olan bir çocuğu: Evdeki çevresi biraz kimlik sahibliliğinden yoksun ise, sayabiliriz ki, bu çocuk elden alınmış, asimile olmaması imkansızdır.
Biz, bu sistemi yorumlar iken, tek bir dalda duralım-kalalım – Türküler!
Babaannemizin söylediği türküleri, okuldaki türküler ile karşılaştıralım. Ninenin söyledikleri evde, tarlada, ağır çalışma koşullarında söylenir. Okulda ise, her öğrenci zor derslerden nefes almak için, can atmak amacı ile onları bekliyor. Neden “zor dersler”? Bunlar matematik veya başka bir ders değil. Onlar, sizin evde, sokakta konuştuğunuz Türkçe dilinde değiller. Tüm dünyanıza karşı, tanımadığınız, görülmeyen bir dev gibi korkunç yenilikte, yabancı dil. Evdeki anne baba yardımı da sizi pek kolaylaştırmıyor. Onların bildiği yabancı dil, yarım yamalak ve sık sık hata yapmanızı ortaya çıkarır.
Bazı öğretmenler, kimi Türkçe dilini, az veya çok bilir, kimi de sizin nefretliğinizden bin kere daha çok içleri doldurulmuş, size karşı kendi nefretliğin meyvelerini sokuveriyor:
“Siz, cahilsiniz, cahil kalacaksınız!...”
Bu çeşit hakaretlerden dolayı, birinci sınıfta 32 öğrenciden tek 12 kişi ikiye geçti. Tabi bazıları iki, üç defa tekrar edecekti. Siz ise, yeni, yeni tekrar eden ağabeyler ile devam edeceksiniz. Bazılar ya dördüncü sınıfta sona erecekler, yada beş/ altı gibi.
Arasıra bazan öğretmenler bir başka, size insancil davranmak, hitap etmekte bulunurlar.
Ve gelelim o, merak ettiğiniz, nefes veren türkü derslerine.
Siz, o kadar sevdiğiniz, anasütü gibi sevimli, tatlı Türkçe dili türkünüz aşağılanır, retedilir. Ve dahası da var, hiç bir yerde sahneye koyulmuyor, alkışlanmıyor. Evet, alkış almanız tek ormanda, tarlada, tepe üstünde yankılanan seslerdir. Veya karşıdaki tepe çayırında tırpan biçen Pomak amcanın haykırışı: “Fatmeeee, bir daha söyle!”
Ona, çocukluğunuzda hala yasaklık gelmemişti, diyelim.
Fatme söyleyecektir. Bir iki yıl. Sonra ona da yasaklık gelmiş, susturulacaktır.
Yıllar geçtikçe Türkçe dilinizi, türkünüzü, tüm varlığınızı aşağılaya aşağılaya kömür giysi geydirmişler ve sistem sizi o yabancı türküler ile yetiştirmiş, sahnelerde alkışlamış, pohpohlamıştır...
Çocuktunuz... Tabi ki, sevindirici olaylar sizin hoşunuza gider ve onların sayesinde kanatlanır, uçarsınız.
Ya babaanne türküleri?
Onlar, beynin gizli bir köşesinde kalmış, susuz, güneşsiz, toprağın sıcacık, nemli kucağından da mahrum olmuşlar, ölmek üzere...
Siz, o türküleri gizlemek zorundasınız. Artık büyüdünüz ve aile de kurmuşsunuz. Evdeki mutfakta çanak-çömlek yıkar, kendi türkünüzü mırıldarsınız. Evet, mırıldamak da bir nevi sözsüz söylemektir. Çünkü bir komşu “yabancı” sözleri duyar, sizi ele verir.
Ama içinizdeki o, çocukluğunuzdan kalan, sahne merağı... “Bir gitsen Anavatana da, bir binsen sahneye de, bir söylesem içimdeki o hayat dolu Türkçe türkümü... “Biçerim, biçerim anneciğim demedim dolmaz...”
Ve bu tür anlarda, çeşmeden akan sular, gözyaşı damlalarına karışır, yutar gider, onları da yok eder... Tam sizin türkünüz gibi.
Çocuk edinirsiniz. Ona içinizdeki sevimli Türkçe türküyü söyleyemezsiniz. Korku var. Sizi başlıca bu sistem öylesine bağlamış, bastırmış ki, işten kovulursunuz. Hele, diyelim, çocuğunuz gitti, anaokulunda türkünüzü söyler ise? İşten kovulmak değil, hapis bile sizi kurtaramaz!
Dönüverirsiniz kendi iç dünyanıza. Ama çocuğunuza nasıl bir türkü öğreteceksiniz?! Ne kadar iyi bir makamı, sözleri olsa da, o yabancı, içinizi ısıtmayan bir türküdür!
Gece olur. Ah, geceler! Onlar sizin özgür dolu dünyanızdır. Ses çıkarmadan, istediğiniz türküyü “bağırıp-çağırırsınz”. İçinizi döker, boşaltırsınız. Orada kimse yok. Size, okul sisteminin öğrettikleri “Yok Allah” dahi yanınızda yok olamaz. Siz varsınız, Allah’ınız var, Türkçeniz var, Türkünüz var! Var da var!
Bir kabuz gibi geçer, gider gecenin hakimiyeti. Başınız o kadar dolmuş ki, sabah sabah beyninizin içinde iki türkü karşı karşıya savaşır, günün acılarını karşılamaya çağırır. Sıkıp dişlerinizi onları evinizde bırakır, okula gidersiniz. Orada beyninizin özgür olması isteniyor. Küçük çocuklar sizden bilgi, saygı, sevgi ve de türkü öğrenmeyi bekliyor. Küçük, dünyaları tertemiz, sizden de tertemiz bilgiler edinmek istiyorlar...
Yaa, siz şehirde öğretmen mi oldunuz?
O, sevdiğiniz türkünün hali ne olacaktır? Seçin bakalım, söyleyin! İçinizdeki kan hareketi hızla yürüyüş değil, koşuş yapıyor, sizi raylardan dışarı çeker gidiyor. Tüm dünyanız gidiyor! İçinizdeki dünya altüst değil, kanlı pıhtıya dönüyor!
Yüzünüzdeki tebesümü asla elden kaçırmamalısınız. Ona, o küçük, tertemiz dünyalı çocukların ihtiyacı var. Nası bir seçenek yapacaksınız?
Çok kolay... Bir maske takıp sahneye çıkar gibi dersinize gireceksiniz. İçinizdeki anasütü türküyü daha da gizleyip, o yabancı türküyü söyleyeceksiniz. Hem de nasıl?!
Seve... seve...
Bu maske size yardım etti, diyelim. Günler geçti, geçti yıllar. Sizin de çocuklarınız bu eğitim sisteminde yetişti. Sizin iç dünyanızdan hemen hemen haberdar değiller veya içlerinde bir şüphe hisi onları o “korkunç, aşağı dilden, türküden” daha da uzaklaştırdı. Onların hali ne olacaktır?
Evallah! Demokrasi geldi! Sevinçten uçakların uçuşunu bile geçtiniz... Ve kendinizi anlatmaya çalışırsınız.
Zavallı ümitler, inandırıcı olmayan hayaller...
İçinizde yıllarca gizlediğiniz gerçekleri anlatmaya çalışırsınız. Ama sizi seven, anlayan çocuklar, kendi çevresinde bu gerçekleri anlatmak, onları o çevreden uzaklaştırır, hayati sorunlar çıkarır. Onlar ne yöntem tutacaktır, ki?!
Evet, her sorunun bir çözümü bulunur. Ya sistemle beraber olacaksın, ya ona karşı, tek başına, savaş açacaksın, yada savaşın imkansızlığına kapılacaksın.
Alayola koyulmak için tüm yeni sistemin araçlarını kullanmak istiyorsunuz. Hem kendi dil haklarınızı da. Karşınıza ne çıktı?!
“-malık-melik” (aldatmalık-göstermelik) dersler!
Ya da kitap mı yazacaksın? Ha bakalım bir hangi kırtasiye sizin kitaplarını satışa çıkaracak mı, yoksa bir hangi TV yayında tanıtma fırsatı bulunacak mu... Hey gidi çukura basan ayak! Senden önce “iz bırakanlar” ya hapisleri doldurmuş, ya yurdundan yuvasından kovulmuştur. E, siz dokumazlaaar. Ama gizli gizli tüm yollar kapalıdır. Bunu anlamak ister istemez anlayacaksınız.
Eğer başarmak ister isen, buradan uzaklara göç edeceksin. Batıya mı gittiniz?! Ha, hayrılısı olsun! Çok mu sevinçlisiniz? Türkçe okulu mu buldunuz?! Demeyin!
Türk olduğunuzu gizleyemezsiniz. O, çağdaş dönemin dillere destan olan “demokrasi sistemi” yöntemi, sizi tekrar eritecektir, velef ki, sözde, etnik grupları için slogan çok çok dikkat çekici ve inandırıcıdır: “Çokşekil beraberliği!”
Kapatın gözlerinizi, tıkayın kulaklarınızı, uyku zamanı çoktan ayarlanmıştır. Tam rayli bir sistemin otel kompartımanı!
O, asırlar önce kurulmuş, bunca Türk halkını asimile etmek Rus planı, devre dışı mı bırakılmıştır?! Eni sonu, “onu” tüm halklar benimsemiş ve başarılı olmuşlar ve olmaya devam ediyorlar...
Saygılar!
(Yazı, kısaltarak, Almanya’da yayınlanan “REFERANS” dergisinde “Batıya ne götürdük” balşığı altında yer almıştır.)

27.11.2019, Plovdiv, Emel Balıkçi

"GAZETECİLİK - AİLE DAVASI", Smolyan, 2024, kitabımızdan alıntıdır.

Address

Пловдив

Website

Alerts

Be the first to know and let us send you an email when ALEV Dergisi / Списание АЛЕВ posts news and promotions. Your email address will not be used for any other purpose, and you can unsubscribe at any time.

Contact The Business

Send a message to ALEV Dergisi / Списание АЛЕВ:

Share