23/07/2025
KÖŞE YAZISI
NİSA NUR KALKAN - YARININ GEÇMİŞİNİ YAZMAK
Hayat sürekli bize geçmişi özlettirecek. Bu cümle, yaş aldıkça daha çok anlam kazanıyor. Bazen bir sokaktan geçerken, bazen bir şarkının ilk notasında, bazen de hiç beklemediğin bir anda burnunun direğini sızlatan bir koku duyduğunda çıkıyor karşına. Birdenbire içinden bir şey çekilmiş gibi oluyor. Geriye dönemeyeceğini bile bile, içinde bir yerlere saplanıyor o eksiklik.
‘’Eskiden...’’ ile başlayan cümleler her ne kadar yüzümüzü gülümsetse de aslında içimizde derin bir eksiklik hissi yaratır. Çünkü geçmiş dediğimiz şey aslında biraz da yarım kalmışlıklarla dolu. Tam doyamadan yaşanmış anlar, fark edilmeden geçmiş güzellikler, kıymeti sonra anlaşılan insanlar... Hepsi birikiyor içimizde, bir özlem yumağına dönüşüyor ve o yumak her yıl biraz daha büyüyor. Birtakım depresyon evrelerinde gerçek hayatımızın güzelliklerini bile görmemizi engelliyor bu durum, adeta bir siyah perde gibi iniyor gözlerimize; ışığı bile göstermiyor. Unuttuğumuz bir şey var. Bugün, yani tam da şu an yaşadığımız, yarının geçmişi olarak kalacak. Bugün ne yaşarsan yaşa! Çünkü yarının geçmişi henüz geçmedi. Hala bir şeyleri düzeltebilirsin. Şu an yolda yürürken dinlediğin şarkı, belki yıllar sonra seni ağlatacak. Bu yazıyı okurken bulunduğun yer, bir gün “ah, ne günlerdi” diyeceğin bir zamana ait olacak. Çünkü biz, yaşarken yazıyoruz geçmişimizi ve fark etmeden, her gün bir şeyleri eskiye çeviriyoruz. Duygularımızı, çevremizdeki insanları, kendimizi…
Şuanki hâlimiz bile bir süre sonra sadece bir hatıra olacak. Bu yüzden geçmişi özlemek kadar, bugünü sahiplenmek de önemli. Antikalar değerlidir ancak geleceğe antikalar bırakabilmek için dönemin güzelliklerini saklamak, önemsemek, görmek gerekir.
İnsan hep geçmişi idealize eder. Çünkü hafızamız, canımızı acıtan detayları eleyip geriye güzel olanları bırakır çoğu zaman. Belki o özlediğimiz çocukluk günlerinde de dertlerimiz vardı ama ne olursa olsun, bugünkü kadar yorgun değildik. Her şey daha masum, daha sahiciydi. Belki de bu yüzden, geçmişte yaşanmış sıradan bir gün, şimdinin en kıymetli hayaline dönüşüyor. Özlediğimiz bir yaz akşamı, kahkahalarla dolu bir masa, sobanın başında içilen çayın buğusu, eski bir sandıktan çıkan mektup…
Ne varsa içimizi ısıtan, hepsi geçmişin içindeki ‘’bugünün’’ değer görmediği zamanlardan. Bazen bir fotoğrafa bakarken takılıp kalıyoruz. Karedeki yüzlere değil, yüzlerin arkasındaki hâllere özlem duyuyoruz aslında. O masumluğa, samimiyete, içtenliğe… Ve fark ediyoruz ki zamanla sadece insanlar değil, hisler de değişiyor. Artık kimse kimseye çocukluğundaki gibi bakmıyor. İnsanlar bir şeyleri “yaşamak” yerine “paylaşmak” derdinde. Her şeyin kanıtı isteniyor, her şey ekranlara sıkıştırılıyor. Bu yüzden de anın ruhu kayboluyor. Yani biz bugünü yaşadığımızı sanırken aslında sadece kayda geçiriyoruz. Ve belki de gelecekte geriye dönüp baktığımızda, elimizde ne gerçek bir anı olacak ne de hissedilmiş bir duygu...
Hayat dediğimiz şey biraz da “bir daha olmayacak’’ların toplamı. Her geçen gün biraz daha geride kalıyoruz kendimizden. En son ne zaman bir manzarayı sadece izledin, fotoğraf çekmeden? En son ne zaman bir kahkahanın içinde kayboldun, düşünmeden, plan yapmadan, acele etmeden? Belki de geçmişi bu kadar özlememizin sebebi, o zamanların sade oluşu. Hayatın karmaşıklaşmadığı, ruhumuzun yorulmadığı, dostlukların koşulsuz olduğu zamanlar... Şimdi ise her şeyin bir şartı, her duygunun bir şüphesi var. İnsanlar birbirini dinlemiyor, zaman yetmiyor, kalpler çabuk kırılıyor. Bu yüzden geçmişin yavaşlığına, şimdinin hızından kaçmak istiyoruz aslında fakat bunu yaparken, yine aynı hatayı yapıyoruz. Geçmişe kaçarken bugünü kaçırıyoruz.
Oysa unutmamalıyız ki şu an yaşadığımız her şey bir gün "geçmiş" olacak. Ve biz, belki tam da şu anı delice özleyeceğiz. Kim bilir, belki yarın yürümeyi, özgürce nefes almayı, sevdiğimiz birinin gözlerinin içine bakmayı bile özleyeceğiz. Şu anda yanımızda olan biri, bir gün önemsiz, sıradan bir isme dönüşebilir. Bu yüzden özlem, yaşanırken değil; fark edilmediğinde büyüyor. Gözümüz geçmişte, aklımız gelecekte yaşarken, bugünün ellerimizden kaymasına izin veriyoruz. Hayat sürekli geçmişi özlettirecek, bu doğru ama geçmiş, bugünün içinde yazılıyor. Her nefeste, her kelimede, her bakışta. Ve biz, bunun farkında olursak, belki bazı şeyleri daha anlamlı kılabiliriz. Belki bir çayı gerçekten yudumlarız, bir bakışı içten hissederiz, bir ânı doya doya yaşarız. Çünkü ne geçmişi geri getirebiliriz ne geleceği tamamen yazabiliriz. Eski bir yazımda dediğim gibi; Kalan ömrünüzün en genç yaşı. Elimizde olan tek şey “şu an”.
Ve bu an, yarının geçmişi olacak. Ne bırakmak istiyorsak arkamızda, onu şimdi yaşamamız gerek. O yüzden şimdi biraz dur. Derin bir nefes al. Etrafına bak. Belki yıllar sonra şu anda bulunduğun yere dönüp, “ne güzeldi” diyeceksin. Belki de bugünün farkına vararak gelecekteki kendine bir teşekkür borçlu kalacaksın. Çünkü bu an, yaşarken değerini bilirsen anlamlı. Aksi hâlde, sadece geçip gitmiş onlarca zamanına bir zaman daha eklenecek.
Hayat sana her zaman geçmişi özletecek ama sen bugünü sahiplenirsen, o özlem acı değil, tebessümle karışık bir huzur bırakacak geride. En etkileyici hikayeler geçmişe değil; geleceğe bakarak yazılanlardır.
Sence de hikayen geçmişi biraz fazla önemseyen bir başrolün esiri değil mi?