Ahmet Can.

Ahmet Can. Faydalı dijital içerikler Kâr Amacı Gütmeyen Kuruluş

Fiyat Farkı Alacağı Munzam Zararı Kapsar mı?Bir yüklenici olduğunuzu düşünün. 2001 yılında bir gölet inşaatını eksiksiz ...
23/10/2025

Fiyat Farkı Alacağı Munzam Zararı Kapsar mı?

Bir yüklenici olduğunuzu düşünün. 2001 yılında bir gölet inşaatını eksiksiz tamamlıyorsunuz. Ancak idare, kusurlu olarak işin kabulünü 6 yıl geciktirerek 2007 yılında gerçekleştiriyor. Ödemeniz ise 2011 yılında, 2001 yılı birim fiyatları üzerinden yapılıyor. Bu durum üzerine dava açıyorsunuz ve 2007 yılı fiyatları üzerinden "eskalasyon fiyat farkı" alacağınızı kazanıyorsunuz. Bu kazandığınız tutar da size nihayet 2014 yılında ödeniyor. Peki, adalet tam olarak sağlandı mı? Yasal faiz ve bu fiyat farkı, on yılı aşan bu süreçte enflasyon karşısında uğradığınız gerçek kaybı, bozulan ticari itibarınızı, kaybettiğiniz makine parkını telafi etti mi?

Karara konu olayda davacı yüklenici, gerçek zararının çok daha fazla olduğunu belirterek Borçlar Kanunu kapsamında "munzam zarar" (aşkın zarar) için yeni bir dava açmış ancak, davalı idare ve yerel mahkeme, ilk açılan "fiyat farkı" davasını "kesin hüküm" (res judicata) sayarak bu yeni davanın açılamayacağına karar vermiş.

İşte hukuki yanılgı ve hata burada başlıyor. Fiyat farkı alacağı talebi ile munzam zarar talebi hukuken aynı şey midir?

Zira, para borçlarında borçlunun temerrüdünün bir sonucu niteliğindeki munzam (aşkın) zarar taraflar arasındaki eser sözleşmesinin düzenlendiği tarihte yürürlükte bulunan 818 Sayılı BK'nın 105. (T.B.K. 122) maddesinde düzenlenmiştir.

BK'nın 105/1 maddesi ‘Alacaklının düçar olduğu zarar geçmiş günler faizinden fazla olduğu surette borçlu kendisine hiç bir kusur isnat edilemiyeceğini ispat etmedikçe bu zararı dahi tazmin ile mükelleftir' hükmünü içermektedir.

Bu madde hükmüne göre alacaklının borçludan munzam zararını isteyebilmesi için;

para borcunun ifasında borçlunun temerrüde düşmüş olması,
temerrüt faizini aşan bir zararının bulunması,
söz konusu zararla borçlunun temerrüdü arasında uygun illiyet bağının bulunması ve
borçlunun kusurunun bulunması gerekmektedir.
Eskalasyon farkı ise en basit tanımıyla, sözleşme imzalandığı tarihteki fiyatlar ile işin yapıldığı tarihteki fiyatlar arasında enflasyon veya maliyet artışları nedeniyle oluşan farkı ifade eder.

Bu terim, özellikle uzun yıllara sari inşaat (eser) sözleşmelerinde ve kamu ihalelerinde çok kullanılmaktadır.

Şöyle düşünün: Bir müteahhit, 2020 yılı birim fiyatlarıyla bir köprü inşaatı ihalesini kazanıyor. Ancak köprünün tamamlanması 2025 yılını bulacak. Bu üç yıl içinde demir, çimento ve işçilik maliyetlerinin ciddi oranda artması kaçınılmazdır. Eğer müteahhide 2025 yılında yaptığı iş için hala 2020 yılı fiyatlarıyla ödeme yapılırsa, müteahhit enflasyon karşısında ezilir ve iflas edebilir.

İşte eskalasyon (fiyat farkı) bu noktada sözleşmeye veya ilgili mevzuata (Fiyat Farkı Kararnameleri gibi) konulan özel hükümlerle, artan bu maliyetlerin (baz fiyat ile güncel fiyat arasındaki farkın) belirli bir formülasyona göre hesaplanarak yükleniciye ödenmesine olanak tanır.

Temel amacı, sözleşme imzalandıktan sonra ortaya çıkan ve tarafların öngöremeyeceği maliyet artışları karşısında yükleniciyi korumak ve işin tamamlanmasını sağlamaktır. Bu, sözleşmesel bir haktır ve munzam zarar (gecikmiş ödemeden doğan enflasyon zararı) kavramından hukuken farklıdır.

Yargıtay 6. Hukuk Dairesi de E. 2024/2908 K. 2025/1763 sayılı bu emsal kararıyla bu kritik ayrımı netleştirmiş. Yüksek Mahkeme, yerel mahkemenin kesin hüküm nedeniyle verdiği ret kararını bozmuş. Gerekçe çok net ve yol göstericidir. İlk dava, sözleşmesel bir hak olan eskalasyon fiyat farkı talebine i̇lişkin olup, bu yeni dava ise, temerrüt faizini ve hatta o fiyat farkını dahi aşan gerçek zararın tazmini talebidir.

Kararın en can alıcı noktası şudur. Yargıtay, bu yeni davada talep edilenin, ilk davada hükmedilen eskalasyon farkını aşan bir zarar olduğunu açıkça belirtmiştir. Hatta, ilk davada kazanılan alacağın kendisinin bile geç ödenmesinden (ilk davanın açıldığı tarih ile 2014'teki ödeme tarihi arasında geçen sürede) kaynaklanan ve yasal faizle karşılanamayan zararın da bu yeni davanın konusu olduğunu vurgulamıştır.

Bu karar, özellikle kamu ihalelerinde veya uzun vadeli eser sözleşmelerinde idarelerin ya da iş sahiplerinin geç ödemelerine maruz kalan yükleniciler ve şirketler için emsaldir.

Sonuç olarak bir alacağınız için fiyat farkı veya ana para davası kazanmış olmanız, o alacağın geç ödenmesinden kaynaklanan ve yasal faizle karşılanmayan diğer tüm zararlarınızı talep etmenize engel değildir. Eskalasyon fiyat farkı ve munzam zarar, hukuken iki ayrı ve bağımsız müessesedir. Bu teknik ayrımı bilmek, enflasyonist bir ekonomide ticari alacakların gerçek değerini korumak ve hak kaybına uğramamak için zorunludur.

YARGITAY 6. HUKUK DAİRESİ E. 2024/2908 K. 2025/1763 T. 29.4.2025

DAVA : İlk Derece Mahkemesi kararı davacı vekilince duruşmalı olarak temyiz edilmekle; kesinlik, süre, temyiz şartı ve diğer usul eksiklikleri yönünden yapılan ön inceleme sonucunda, 29.04.2025 tarihinde duruşma yapılmasına ve duruşma gününün taraflara davetiye ile bildirilmesine karar verilmiştir.

Belli edilen günde davacı asil ... ve vekili Avukat ... ile davalı vekili Avukat ... ...'nın gelmiş olmalarıyla duruşmaya başlanarak hazır bulunan davacı asil ve avukatların sözlü açıklamaları dinlendikten sonra işin incelenerek karara bağlanması için uygun görülen saatte Tetkik Hâkimi tarafından hazırlanan rapor dinlenerek dosyadaki belgeler incelenip gereği düşünüldü:

KARAR : I. DAVA

Davacı vekili dava dilekçesinde; ... Göleti inşaatı yapım işinin davacı tarafından 09.10.2001 tarihinde eksiksiz ve kusursuz olarak tamamlandığını, buna rağmen davalı kurumun kusurlu olarak işin kabulünü geciktirerek 01.05.2007 tarihinde gerçekleştirdiğini, davalı kurumun tamamen kendi kusuru sebebiyle 6 yıllık bir gecikmeyle işin kabulünü yapıp, davacının mağduriyetine sebebiyet verdiğini, davacının kesin hesap alacağının 01.05.2007 tarihindeki birim fiyatları üzerinden 2007 yılı mali yılı içinde ödenmesi gerekirken davalı kurum tarafından usul ve yasaya aykırı olarak 04.05.2011 tarihinde 2001 yılı birim fiyatları üzerinden ödendiğini, davacının tüm yasal haklarını korumak ve kullanmak için davalı kurumca 2001 yılı birim fiyatlarına göre hazırlanan hakedişi ihtirazi kayıt ile imzaladığını, böylece davalı idare tarafından davacıya ihtirazi kayıt ile 05.04.2011 tarihinde yaklaşık 10 yıllık gecikmeyle bir baraj inşaatının %23,50 mertebesindeki ödenmeyen kısmı için 328.499,57 TL ödendiğini, davacıya 2001 yılı birim fiyatları üzerinden yapılan bu bedel yönünden ödeme tarihine kadar en azından 2011 yılına göre doğan eskalasyon farkının ödenmesi gerektiğini, bu yönden davacının zararı bulunmakta olup, ödenen 328.499,57 TL açısından bu bedelin 05.04.2011 tarihinde ve faizsiz olarak ödenmesi sebebiyle uğranılan munzam zararın tazmini gerektiğini, yine davacı tarafından davalı aleyhine Samsun 3. Asliye Hukuk Mahkemesi'nin 2011/278 E. sayılı dosyasında açılan davada geçici kabulün işin fiilen tamamlanmasından 6 yıl sonra yapılmasında hiçbir kusuru olmayan davacıya 2007 yılı yerine 2001 yılı birim fiyatları üzerinden ödeme yapılmasının davacı yüklenicinin aleyhine sonuç doğuracağı belirtilip davacının kesin hakedişinin 2007 yılı birim fiyatlarına göre hesaplanıp eskalasyon fiyat farkı alacağı ve KDV olarak 760.476,51 TL'nin davalı kurumdan tahsiline karar verilip, verilen kararın Yargıtay onaması ile kesinleştiğini, kararın Samsun 5. İcra Dairesinin 2013/6289 Esas sayılı dosyasında 02.10.2014 tarihinde ödendiğini, ancak davacının zararının geçmiş günler faizinden çok fazla olduğu gibi faizle karşılanamayacak zararının da söz konusu olduğunu, davalı idarenin birçok defa davacının başvurusuna rağmen sözleşme ve yasal düzenlemelere aykırı davranıp davacının telafisi mümkün olmayacak derecede munzam zararına sebebiyet verdiğini, Samsun 3. Asliye Hukuk Mahkemesi'nde açılan davada mahkemece eskalasyon kat sayısı kullanarak 2007 yılı fiyatlarına dönüştürülen alacağın 2014 yılında ödendiğini, eskalasyon kat sayısının esasen basit bir faiz uygulaması olup, devam eden işlerde yıllar içinde meydana gelebilen fiyat artışı ve eksilişlerini ara hakedişlere yansıtılmasına yönelik uygulama olup, davacının aşkın zararının telafi etmesinin mümkün olmadığını, yüksek orandaki kesin hesap alacağının ödenmemesiyle zora düşen davacının bozulan banka ilişkileri ödenemeyen vergi borçları ve diğer piyasa borçları nedeniyle iş yapamaz duruma düşüp bütün ticari kredileri bankalar ve piyasa nezdinde ticari itibarının yok olduğunu, tüm araçlarının haciz edildiğini, banka vergi borçlarının katlanıp iş ve inşaat makinalarının haciz ve satış yoluyla elinden çıktığını geçim sıkıntısı nedeniyle aile birliğinin bozulduğunu ve davacının hak ettiği alacakları zamanında alamamaktan dolayı açıkça acze düştüğünü, yine davacının Samsun 3. Asliye Hukuk Mahkemesi'nin kararı ile ödenmesine karar verilen alacağından çok fazla faiz ile karşılanamayacak bir munzam zararının söz konusu olduğunu, davacının bağlı bulunduğu vergi dairelerindeki vergi borçları, 2001 yılından 2014 yılına kadar ki SGK borçları ayrıca vasıtalar ve tapu kaydında görülen borçların munzam zararını oluşturduğunu, davalı idarenin kusuru nedeniyle, davacının elindeki tüm makine parkını kaybettiğini, makine parkı elinde olsaydı iş yapabilecek ihalelere girebilecek araçları kiraya vererek gelir elde edebilecekken bunlardan yoksun kaldığını, bütün bu makine parkının elinden çıkması ve kaybının munzam zararı olduğunu belirterek fazlaya ilişkin hakları saklı kalmak üzere HMK 107 maddesi gereği bilirkişi incelemesiyle alacağın tam ve kesin olarak belirlenebilmesinin mümkün olduğu anda artırılmak üzere şimdilik 25.000,00 TL munzam zararın ait olduğu dönem tarihinden itibaren reeskont faizi ile birlikte davalıdan tahsiline karar verilmesini talep etmiştir.

II. CEVAP

Davalı vekili cevap dilekçesinde; davacı tarafından aynı konu ve sebebe dayanılarak davalı idare aleyhine Samsun 3. Asliye Hukuk Mahkemesi'nin 2011/278 Esas sayılı dosyasında 25.06.2013 tarihli ve 2013/296 Karar sayılı karar ile davacının davasının kısmen kabulüne karar verilip kararın kesinleştiğini, davacının tüm talep ve iddialarını söz konusu davada da ileri sürdüğünü savunarak davanın reddini istemiştir.

III. İLK DERECE MAHKEMESİ KARARI

İlk Derece Mahkemesi'nin 11.04.2023 tarihli, 2020/579 E., 2023/180 K. sayılı kararı ile Samsun 3. Asliye Hukuk Mahkemesi'nin 2011/718 E., 2013/296 K. sayılı ilamına göre borçlu idarenin temerrüt tarihleri, 15.000,00 TL için 27.05.2011 tarihi, 745.476,51 TL içinse 29.01.2013 tarihi olduğu nazara alınarak, munzam zararın tespitinde öncelikle borçlunun temerrüde düştüğü tarihten ödemenin gerçekleştiği 02.10.2014 tarihi tarihe kadar geçen süre içinde, her yıl itibariyle gerçekleşen yıllık enflasyon artış oranı, bu oranın eşya fiyatlarına yansıma durumu, mevduat ve Devlet Tahvillerine uygulanan faiz oranları, Türk Lirası karşısında döviz kurlarında meydana gelen değişikliklere ilişkin listelere göre ve istinaf ilamında belirtilen hususları kapsayacak şekilde ve hükme esas alınan 13.01.2023 tarihli ek raporda davacının munzam zararının 27.670,73 TL olarak hesap edildiği, eldeki davada davacıya yüklenilebilecek herhangi bir kusur bulunmadığı, davalı kurumun ise kamu kurumu olduğu nazara alındığında, mevcut durumda 13.01.2023 tarihli bilirkişi raporu ile belirlenen miktardan, bahsedilen maddeler çerçevesinde davacı aleyhine olacak şekilde indirim yapılmaması gerektiği gerekçesiyle davanın kısmen kabulüyle 27.670,73 TL munzam zarar alacağının 02.10.2014 tarihinden itibaren işleyecek reeskont faizi ile birlikte davalıdan tahsili ile davacı taraf ödenmesine karar verilmiştir.

IV. İSTİNAF

İlk Derece Mahkemesi'nin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde taraf vekilleri tarafından istinaf başvurusunda bulunulması üzerine Bölge Adliye Mahkemesi'nin 14.06.2023 tarih ve 2023/1765 E., 2023/1645 K. sayılı kararı ile dosya içeriğine, toplanan delillere, hükme esas alınan usul ve yasaya uygun bilirkişi raporuna, hükmün dayandığı yasal ve hukuksal gerekçeye ve delillerin taktirinde ve değerlendirilmesinde bir isabetsizlik bulunmamasına göre İlk Derece Mahkemesince davanın kısmen kabulüne kısmen reddine karar verilmesinde ve hükmün fer'ilerinde usul ve esas yönünden yasaya aykırı bir durum bulunmadığı gerekçesiyle taraf vekillerinin istinaf başvurularının ayrı ayrı esastan reddine karar verilmiştir.

V. BOZMA VE BOZMADAN SONRAKİ YARGILAMA SÜRECİ

A. Bozma Kararı

Bölge Adliye Mahkemesi'nin 14.06.2023 tarihli kararına karşı süresi içinde taraf vekillerince temyiz isteminde bulunulması üzerine Dairemizin 11.12.2023 tarihli ve 2023/2935 E., 2023/4187 K. sayılı ilamıyla, Samsun 3. Asliye Hukuk Mahkemesi'nin 2011/278 E. sayılı dosyasında, davanın açıldığı tarihe kadar davacının sözleşmeden kaynaklanan munzam zararının talep edildiği, işbu davada ise zararının Samsun 3. Asliye Hukuk Mahkemesi'nde görülen dava ile karşılanamayacak derecede fazla olduğunu ve bu zararın talep edildiği, bu suretle her iki davanın talep sonucunun ve dava konularının aynı olması nedeni ile tarafları, dava sebebi ve dava konusu aynı olan ve kesin hükme bağlanan Samsun 3. Asliye Hukuk Mahkemesi'nin 2011/278 E. sayılı davasından verilen hükmün HMK'nın 330/1 maddesi gereğince işbu dava yönünden kesin hüküm teşkil ettiği, Samsun 3. Asliye Hukuk Mahkemesi'nin 2011/278 E. sayılı dosyasından verilen fazlaya dair hakları saklı kalmak kaydı ile eksik yapılan ödemeden yıllara göre fiyat artışının uygulanmayışından dolayı zararlarının saklı tutulması ile ilgili taleple ilgili olarak fazlaya dair davacı talebinin reddine ilişkin kararının da bu anlamda kesin hüküm niteliğinde olduğu değerlendirilerek davanın reddinin gerektiği gerekçesiyle kararın bozulmasına karar verilmiştir.

İlk Derece Mahkemesi'nin ilâm başlığında tarih ve sayısı belirtilen kararı ile, Samsun 3. Asliye Hukuk Mahkemesi'nin 2011/278 E. sayılı davasından verilen hükmün kesin hüküm niteliğinde olduğu, bu hali ile HMK'nın 114/1-i maddesindeki dava şartına aykırılık bulunduğu gerekçesiyle, davanın reddine karar verilmiştir.

VI. TEMYİZ

A. Temyiz Sebepleri

Davacı vekili temyiz dilekçesinde;

a. Samsun 3. Asliye Hukuk Mahkemesi'nin 2011/278 E. sayılı dosyasında verilen hüküm ile bu davadaki talep ve yargılama konusunun ilişiğinin bulunmadığını,

b. Yüksek Mahkemece eksik tahkikatla karar verildiğini,

c. Davalı tarafın kesin hükümle ilgili itirazının mahkemenin 17.12.2015 tarihli ön inceleme tutanağında reddedildiğini,

d. Samsun 3.Asliye Hukuk Mahkemesi'nin 2011/278 E. sayılı dosyanın munzam zarara ilişkin olmadığını beyan etmektedir.

B. Değerlendirme ve Gerekçe

Uyuşmazlık, eser sözleşmesinden kaynaklanan munzam zarar alacağının tahsili istemine ilişkindir.

Para borçlarında borçlunun temerrüdünün bir sonucu niteliğindeki munzam (aşkın) zarar taraflar arasındaki eser sözleşmesinin düzenlendiği tarihte yürürlükte bulunan 818 Sayılı BK'nın 105. (T.B.K. 122) maddesinde düzenlenmiştir. BK'nın 105/1 maddesi ‘Alacaklının düçar olduğu zarar geçmiş günler faizinden fazla olduğu surette borçlu kendisine hiç bir kusur isnat edilemiyeceğini ispat etmedikçe bu zararı dahi tazmin ile mükelleftir' hükmünü içermektedir. Anılan madde hükmüne göre alacaklının borçludan munzam zararını isteyebilmesi için; para borcunun ifasında borçlunun temerrüde düşmüş olması, temerrüt faizini aşan bir zararının bulunması, söz konusu zararla borçlunun temerrüdü arasında uygun illiyet bağının bulunması ve borçlunun kusurunun bulunması gerekmektedir.

Samsun 3. Asliye Hukuk Mahkemesi'nin 2011/278 E., 2013/296 K. sayılı dosyasında davacının, 09.01.2001 tarihinde edimlerin yerine getirildiği, işin geçici kabulünün 01.05.2007 yapıldığı, kesin hesabın 2001 yılı birim fiyatları ile çıkarılarak ödemenin 04.05.2011 tarihinde yapıldığı iddiasıyla 2001-2007 tarihleri arasındaki eskalasyon fiyat farkı alacağının ödenmesini talep ettiği, mahkemece, davacının geçici kabulün yapıldığı 2007 yılının fiyatlarıyla fiyat farkı alacağına hak kazandığı kabul edilerek KDV dahil 760.476,51 TL fiyat farkı alacağının davalıdan tahsiline karar verildiği, taraf vekillerinin temyiz istemi üzerine Dairemizin (Kapatılan 15. Hukuk Dairesi) 03.07.2014 tarihli ilamıyla, alacağın 15.000,00 TL'sine 27.05.2011 dava tarihinden, 745.476,51 TL'sine de 29.01.2013 ıslah tarihinden itibaren işleyecek yasal faiziyle birlikte tahsiline şeklinde mahkeme kararının değiştirilmiş bu şekliyle düzeltilerek onanmasına karar verildiği, kararın 16.02.2015 tarihinde kesinleştiği görülmüştür.

Dairemizin 11.12.2023 tarihli bozma ilamında, Samsun 3. Asliye Hukuk Mahkemesi'nin 2011/278 E. sayılı dava dosyasının işbu dava yönünden kesin hüküm teşkil ettiği gerekçesiyle bozulmasına karar verilmiş ise de, işbu davada davacı, 2011/278 E. sayılı davada talep edilip hükmedilen eskalasyon fiyat farkı alacağını aşan zararını ve hükmedilen bedelin 02.10.2014 ödenmesinden dolayı dava tarihi ile ödeme tarihi arasında temerrüt faizini aşan zararını talep ettiğinden işbu davadaki talep ile anılan davadaki talep aynı olmadığından işbu davanın kesin hüküm teşkil etmeyeceği görülmüştür.

Bu durumda mahkemece, 2011/278 E. sayılı davada hükmedilen bedelin 02.10.2014 tarihinde ödendiği göz önünde bulundurularak, 2011/278 E. sayılı davada talep edilip hükmedilen eskalasyon fiyat farkı alacağını aşan zarar ile dava ve ıslah tarihlerinden itibaren yasal faiziyle birlikte hükmedilen bedeller yönünden ödeme tarihine kadar yasal faizle karşılanamayan zararın hesaplattırılarak sonucuna göre karar verilmesi gerektiğinden eksik inceleme ve yanlış değerlendirme ile karar verilmesi doğru olmamış, HMK'nın 373/6 maddesi de dikkate alınarak kararın bozulması uygun görülmüştür.

SONUÇ : Açıklanan sebeplerle; Temyiz olunan İlk Derece Mahkemesi kararının davacı yararına BOZULMASINA, 28.000,00 TL duruşma vekalet ücretinin davalıdan alınarak Yargıtaydaki duruşmada vekille temsil olunan davacıya verilmesine, Peşin alınan temyiz karar harcının istek halinde davacıya iadesine, Dosyanın İlk Derece Mahkemesine gönderilmesine, 29.04.2025 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

Av. Ahmet Can

Mail : [email protected]

Whatsapp : 0 532 409 18 85

Kamulaştırma Bedel Artırım Davası: Faiz Başlangıcına Dair Kritik YİBGK KararıYargıtay İçtihadı Birleştirme Genel Kurulu,...
23/10/2025

Kamulaştırma Bedel Artırım Davası: Faiz Başlangıcına Dair Kritik YİBGK Kararı
Yargıtay İçtihadı Birleştirme Genel Kurulu, 20.10.1989 tarihli ve E. 1988/4, K. 1989/3 sayılı kararıyla, kamulaştırma bedelinin artırılması davalarında faizin hangi tarihten itibaren istenebileceği konusundaki içtihat uyuşmazlığını gidermiştir.

Devletin yürüttüğü kamulaştırma işlemleri, mülkiyet hakkına doğrudan bir müdahaledir. Anayasa, bu müdahalenin ancak "tam karşılık" bedelinin peşin ödenmesi şartıyla hukuka uygun olacağını güvence altına almıştır.
Peki, idare tarafından belirlenen bedel eksikse ve mal sahibi "bedel artırım davası" açmak zorunda kalırsa ne olur? Yıllar süren yargılama sonunda kazanılan artış tutarı için faiz hangi tarihten itibaren işlemelidir?
Bu konu, uygulamada ciddi görüş ayrılıklarına yol açmışken, Yargıtay İçtihadı Birleştirme Genel Kurulu 1989 tarihli (E. 1988/4, K. 1989/3) kararıyla bu hukuki sorunu içtihatla çözmüştür. Karar, sistemin eksik ödeme eğilimine karşı mülkiyet hakkını koruyan temel bir dayanak noktasıdır.
Sorun şuydu. bazı görüşler faizin dava tarihinden veya kararın kesinleşmesinden itibaren başlaması gerektiğini savunuyordu. Bu durum, mülkü idareye geçmiş ancak parasının tamamını alamamış mal sahibini ciddi bir kayba uğratıyordu. YİBGK, bu yaklaşımı reddetmiştir.
Kararın gerekçesi, kamulaştırmanın hukuki niteliğine ve mülkiyetin devri anına odaklanır. Kamulaştırma hukuka uygun bir idari işlemdir ve anayasal hedefi tam karşılığı derhal ödemektir. İdare bu yükümlülüğünü yerine getirmezse, eksik kalan kısım mal sahibi için bir para alacağına dönüşür. Paranın zamanında ödenmemesi ise bir zarar doğurur ve bu zararın karşılığı faizdir.
Yargıtay, mülkiyetin genel kuralına atıf yapmıştır. Bir malın mülkiyeti kime geçerse, o malın yarar ve riski de o kişiye geçer. Kamulaştırmada mülkiyetin idareye geçtiği an, hukuki bağın kesildiği andır. Bu tarihten itibaren mal sahibi artık o mülkten faydalanamaz. Dolayısıyla, idarenin "mal sahibi zaten taşınmazdan faydalanıyordu, bu nedenle faiz istenemez" savunması da bu kararla hukuki temelini yitirmiştir.
Sonuç olarak, YİBGK, kamulaştırma bedelinin artırılması davalarında, mahkemece hükmedilen artış kısmı için faizin, mülkiyetin idareye geçtiği günden itibaren hesaplanması gerektiğine hükmetmiştir.
Bu karar, idarenin eksik bedel belirleyerek süreci uzatmasının maliyetini mal sahibine yüklemesinin önüne geçmiştir. Hak sahiplerinin, bu içtihadı bilerek hareket etmesi, anayasal güvence altında olan mülkiyet haklarının tam anlamıyla korunması ve gerçek değer kaybının önlenmesi için zorunludur.
Özetle, mahkemece artırılan bölüm için mülkiyetin idareye geçtiği günden itibaren faiz istenebileceğine karar verilmiştir.

Kararın gerekçesinde ise şu hususlar vurgulanmıştır:

Kamulaştırmanın hukuka uygun idari bir işlem olduğu ve karşılığının Anayasa'ya göre peşin ödenmesi gereken "tam karşılık" (rayiç bedel) olduğu kabul edilmiştir.

Eksik ödenen kamulaştırma bedelinin mal sahibinin para alacağına dönüştüğü ve paranın zamanında kullanılmaması halinde doğan zararı karşılamak üzere faiz istenebileceği belirtilmiştir.

Mülkiyet hakkının genel kuralı gereği, taşınmaz malın hukuki bağının kesildiği, yani mülkiyetin idareye geçtiği andan itibaren yarar ve riskin idareye geçeceği ifade edilmiştir.

Hukuk Muhakemeleri Kanunu'ndaki ilgili maddeler uyarınca, mal sahibinin elde ettiği faydanın faizi karşıladığı yönündeki görüşün benimsenmediği belirtilmiştir.

2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu'nun taksitle ödenecek kamulaştırma parasına faiz yürütüleceği yönündeki kuralın da bu sonucu doğruladığına dikkat çekilmiştir.

Kamulaştırmanın idari yargı yönünden kesinleşmesinden önceki veya kamulaştırmasız el atma hallerinin içtihadı birleştirme konusunun dışında tutulduğu belirtilmiştir.

Sonuç olarak, kamulaştırma parasının artırılması hakkında açılacak davalarda, mahkemece artırılan bölüm için mülkiyetin idareye geçtiği günden itibaren faiz istenebileceğine oy çokluğu ile karar verilmiştir.

YARGITAY
İÇTİHADI BİRLEŞTİRME GENEL KURULU
E. 1988/4
K. 1989/3
T. 20.10.1989

ÖZET : Kamulaştırma parasının artırılması hakkında açılacak davalarda, mahkemece artırılan bölüm için mülkiyetin idareye geçtiği günden itibaren faiz istenebilir.

DAVA : Kamulaştırma bedelinin tam olarak ödenmediği iddiası ile bu karşılığın artırılması davasında faizin hangi tarihten başlatılması gerektiği konusunda Yargıtay Hukuk Genel Kurulu ile Beşinci Hukuk Dairesi'nin kararları arasında çıkan içtihat uyuşmazlığının giderilmesi DSİ. Genel Müdürlüğü vekilleri tarafından verilen 28.11.1987 günlü dilekçe ile istenmiş, Yargıtay 1. Başkanlık Kurulu'nca 28.4.1988 günlü, 41 sayılı karar ile içtihadın birleştirilmesi yoluna gidilmesi uygun görülmüş olup Yargıtay Büyük Genel Kurulu'nda raportör üyenin açıklamaları dinlenip iş müzakere edildikten sonra, 24.2. 1989 günlü oturumda; Hukuk Genel Kurulu'nun 3.5.1974 günlü, 245-470 sayılı ve 21.9.1979 günlü, 324-1255 sayılı; Beşinci Hukuk Dairesi'nin 3.3. 1977 günlü, 1322-1374 sayılı; 7.4.1983 günlü 3504-3556 sayılı kararlarında "kamulaştırma bedelinin arttırılan bölümüne, idarenin taşınmaz mala fiilen el koyma gününden öncesi için faiz yürütülemeyeceği" benimsenmesine karşılık gene Beşinci Hukuk Dairesi'nin 16.2.1987 günlü 17860-1818 sayılı kararında ve müteakip kararlarında "Tapuda ferağ halinde, hukuki el koyma gerçekleşmiş olacağından bu tarihten itibaren de faizin hesaplanması gerektiği" kabul edilmiş olup içtihat aykırılığının bulunduğuna ve giderilmesi gerektiğine oybirliğiyle karar verildikten sonra işin esasının görüşülmesine geçilmiş, ilk toplantıda ileri sürülen görüşlerden hiçbiri üçte iki çoğunluğu sağlayamadığından 20.10.1989 gününde konu yeniden görüşülerek aşağıdaki sonuca varılmıştır:

KARAR : Tam ödenmeyen kamulaştırma bedelinin ve faizin niteliği problemin çözümünü önemli ölçüde kolaylaştıracaktır: "para borçlarında faiz, alacaklının cebinde zamanında bulunmayan paradan mahrumiyeti karşılayan bir ivaz" olarak ifade edilebilir.

Hiç şüphe yok ki kamulaştırma bir haksız fiil değildir. Anayasa tarafından kabul edilen hukuka uygun bir müessesedir. İdare ile mal sahibi arasında akti bir ilişkinin varlığından da söz edilemez. Zira akitte esas olan tarafların serbest iradelerinin birleşmesidir. Burada gerek hukuki işlemin kurulmasında gerekse unsurlarının tespitinde serbest iradelerin birleştiğinden de söz edilemez. şu halde kamulaştırma parasını hukuka uygun idari bir işlem sonunda malı alınana verilen bir karşılık olarak nitelemek yerinde olur. Daha önceki Anayasalarda olduğu gibi 1982 Anayasası'nın 46. maddesinde de "Özel mülkiyete konu gayrimenkullerin karşılıkları peşin ödenmek şartı ile kamulaştırılabileceği" kabul edilmiştir.

İçtihadı Birleştirmeye konu sorunun görüşülmesi sırasında peşin ödeneceğine işaret edilen karşılığın tam karşılık ( rayiç bedel ) olup, olmadığı tartışılmış; bunun tam karşılık olarak değilde, kıymet takdir komisyonunun biçtiği değer olarak kabulünün Anayasanın 13/2. maddesinde yer alan "temel hak ve hürriyetlerle ilgili genel ve özel sınırlamalar demokratik toplum düzeninin gereklerine aykırı olamaz" kuralı ile bağdaşmayacağı, tam karşılığın peşin ödenmemesi halinde, mülkiyet hakkının özüne dokunan bir kısıtlama getirileceği; böyle bir anlayışın 5. maddede belirtilen "Devletin temel amaç ve görevleri" ile bağdaşır nitelikte bulunmadığı; benimsenerek söz konusu karşılık sözünün tam karşılık ( rayiç bedel ) olduğu kabul edilmiştir.

Şu halde kamulaştırma yapan idare, mal sahibine, tam karşılığı Anayasada gösterilen istisnalar dışında- peşin olarak ödemek zorundadır. Bu karşılığın eksik ödenmesi halinde, mal sahibinin bir para alacağının doğduğu açıkça ortaya çıkar.

2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun 13. maddesinin 1. fıkrasında da kamulaştırma bedelinin, kamulaştırma belgeleri tebliğe çıkarılmadan önce "milli bankalardan birine, hak sahibi adına yatırılacağı" emredilmiştir. Görüldüğü gibi kamulaştırmağparasının ödeme günü de kanunla belirlenmiş bulunmaktadır.

Görüşmeler sırasında diğer bir düşünce de kamulaştırılan taşınmaz mala idare tarafından fiilen el konmadıkça mal sahibinin bir zararının doğmayacağı noktasında olmuştur.

Konu doğrudan doğruya mülkiyet hakkını ilgilendirmektedir; mülkiyet hakkı kime ait ise nef'i ve hasarın da ona ait olacağı genel bir kuraldır.0 halde kamulaştırmada mal sahibinin taşınmaz malla hukuki bağının kesildiği yani mülkiyetin idareye geçtiği andan itibaren nef'i ve hasar idareye geçecektir.

Yukarıda açıklandığı gibi kamulaştırma bedeli mal sahibinin para alacağı haline dönüşmekte olup "Para, her zaman kullanılması mümkün ve temettü getiren bir meta olduğundan, geç ödenmesi halinde zararın vücudu muhakkaktır". Bu zararı kısmen karşılayacak olan faizi isteyebilmek için ayrıca zararın ispat zorunluluğu yoktur.

Bütün bu açıklamaların sonucu olarak kamulaştırma parasının arttırılması hakkında açılacak davalarda mahkemece arttırılan bölüm için mülkiyetin idareye geçtiği günden itibaren faiz istenebileceğinin kabulü gerekir.

Taşınmaz malı elinde tutan eski mal sahibinin elde ettiği faydanın, faizi karşıladığı; binaenaleyh zararın böylece denkleştiği, faiz verilmesinin eski malike çifte yarar sağlayacağı ileriye sürülebilir ise de HUMK.nun 79. maddesinde yer alan "Hiç kimse kendi lehine olan davayı açmaya veya hakkı istemeye mecbur edilemez"; 74. maddesinde yer alan "Hakim iki tarafın iddia ve müdafaalarıyla mukayyet olup ondan fazlasına veya başka bir şeye hüküm veremez" ve 75. maddede yer alan "Hakim iki taraftan birinin söylemediği şeyi veya iddia sebeplerini re'sen nazara alamaz. Onları hatırlatacak hallerde dahi bulunamaz" kuralları karşısında, bu görüş benimsenmemiştir.

Diğer taraftan yasa yorumlanırken hukuki müesseseler arasında tutarlı mantıki ilişkinin kopmamasına da özen göstermek gerekir. Bu açıdan hareket olunduğunda, 2942 sayılı Yasanın 3.maddesinde. yer alan taksitle ödenecek kamulaştırma parasına faiz yürütüleceği yönündeki, kuralın da yukarıdaki sonucu doğruladığı görülür. Şu hususta özellikle belirtilmelidir ki kamulaştırmanın idari yargı yönünden kesinleşmesinden önce veya kamulaştırma yapılmaksızın elatma halleri içtihadı birleştirme konusunun dışında tutulmuştur.

SONUÇ : Kamulaştırma parasının arttırılması hakkında açılacak davalarda, mahkemece arttırılan bölüm için mülkiyetin idareye geçtiği günden itibaren faiz istenebileceğine, 20.10.1989 gününde yapılan ikinci toplantıda Yargıtay İçtihadı Birleştirme Büyük Genel Kurulu'nca Esas: 1988/4, Karar: 1989/3 sayı ile üçte ikiyi aşan çoğunlukla karar verildi.

Yasal Faiz Yetmediğinde Enflasyon Karşısında Alacaklının Korunması ve Munzam ZararAlacağınızı tahsil etmeniz yıllar sürd...
23/10/2025

Yasal Faiz Yetmediğinde Enflasyon Karşısında Alacaklının Korunması ve Munzam Zarar
Alacağınızı tahsil etmeniz yıllar sürdü ve sonunda elinize geçen paranın alım gücü, dava açtığınız tarihteki değerinin çok altında kaldı. Yasal temerrüt faizi, bu kaybı karşılamaya yetti mi?
Yüksek enflasyon ortamında, çoğu zaman cevap 'hayır'dır.
İşte tam bu noktada, Borçlar Kanunu'nun (BK) 105. maddesini bilmek gerekiyor: Munzam zarar.
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu'nun (E. 1998/13–353, K. 1999/929) bu temel kararı, munzam zararın hukuki niteliğini netleştirmiştir.
Munzam zarar, temerrüt faizini aşan, borçlunun temerrüde düşmesiyle oluşan ve kusur sorumluluğu kurallarına dayanan bir zarardır. Bu, asıl alacak ve temerrüt faizi yükümlülüğünden tamamen bağımsız, yeni bir borçtur.
Borçlu, temerrüde düşmeden borcunu ödeseydi alacaklının malvarlığının kazanacağı durum ile temerrüt sonucu oluşan durum arasındaki fark, bu zararın temelini oluşturur.
Peki, bu 'aşkın' zararı nasıl ispat edeceksiniz? Alacaklı, 'Eğer paramı zamanında alsaydım, dövize yatırırdım' veya 'mevduat faizine koyardım' demek zorunda mıdır? Yargıtay, bu kararda, özellikle ülkemiz gibi enflasyonist ortamlarda ispat yükünü alacaklı aleyhine katı kurallara bağlamamıştır. Yüksek enflasyonun, paranın alım gücünü hızla erittiği 'maruf ve meşhur' (herkesçe bilinen) bir vakıadır. Böyle bir ortamda, makul bir kişinin parasını atıl tutmayacağı, değerini korumak için yatırım yapacağı (vadeli mevduat, döviz vb.) hayatın olağan akışına uygun bir fiili karine olarak kabul edilmelidir. Bu yaklaşım, ispat yükünü fiilen tersine çevirmektedir. Alacaklının, enflasyonun varlığını ve alacağını geç aldığını göstermesi, zarar karinesinin doğumu için yeterli görülmektedir.
Borçlu (davalı), alacaklının bir zarara uğramadığını veya borcunu zamanında ödeseydi dahi alacaklının bu parayı değeri düşmeyecek bir biçimde değerlendiremeyeceğini ispat etmekle yükümlü hale gelir. Bu, borçlunun temerrüde düşmekteki kusursuzluğunu kanıtlaması (ki BK 105'te zaten bir kusur karinesi vardır ) gerektiği anlamına gelir.
Munzam zarar davaları, alacaklının enflasyon karşısında ezilmesini önleyen kritik bir hukuki mekanizmadır. Ancak bu hak, 10 yıllık zamanaşımı süresine tabidir ve ayrı bir dava ile talep edilmelidir. Asıl alacak davasında veya icra takibinde bu hakkı saklı tutmaya (ihtirazi kayıt) gerek yoktur.
Alacağın tahsilinde yaşanan gecikmelerin, temerrüt faiziyle karşılanmayan gerçek kayıplara yol açtığı durumlarda yeni bir dava olarak kullanılabilir.
Sonuç olarak, munzam zarar, temerrüt faizini aşan, kusura dayalı ve bağımsız bir tazminat talebi olup, alacaklının malvarlığındaki gerçek kaybı telafi etmeyi amaçlar.

YARGITAY HUKUK GENEL KURULU
E. 1998/13–353
K. 1999/929
T. 10.11.1999

ÖZET : Munzam zarar, borçlu temerrüde düşmeden borcunu ödemiş olsaydı alacaklının mal varlığının kazanacağı durum ile temerrüd sonucunda ortaya çıkan ve oluşan durum arasındaki farktır. Diğer bir anlatımla temerrüd faizini aşan ve kusur sorumluluğu kurallarına bağlı bir zarar şeklinde tanımlanabilir.

Munzam zarar, borcunun hukuki sebebi, asıl alacağın temerrüde uğraması ile oluşan hukuka aykırılıktır. Munzam zarar, asıl borç ve temerrüd faizi yükümlülüğünden tamamen farklı, temerrüd ile oluşmaya başlayan asıl borçtan tamamen farklı, temerrüd ile oluşmaya başlayan asıl borçtan tamamen bağımsız yeni bir borçtur. Ayrı bir dava ile 10 yıllık zamanaşımı süresi içinde her zaman istenmesi mümkündür.

Munzam zarar sorumluluğu, kusur sorumluluğuna dayanır. BK. 105 kusur karinesini benimsemiştir.

Munzam zarar davalarında, davacının isbat yükümlülüğü çok sıkı kurallara bağlanmamalıdır. İsbat hukuku alacaklı yararına değerlendirilmeli, bunların aksini isbat eden borçluya isbat yükü düştüğü kabul edilmeli, en önemlisi hükme dilecek zarar miktarı ve kapsamının tesbitinde BK.43/1 hükmünden yararlanılmalıdır. Enflasyonist ortamda munzam zarar doğmadığını savunan davalının, somut olayın özellikleri sebebiyle ya alacaklının bir zarara uğramadığını, ya da borcunu zamanında ifa etmiş olsa idi dahi alacaklının borç konusu miktarı değeri düşmeyecek bir biçimde değerlendiremeyeceğini isbat etmesi gerekir.

DAVA :

Taraflar arasındaki “tazminat” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Burhaniye Asliye Hukuk Mahkemesi'nce davanın reddine dair verilen 25.2.1997 gün ve 1996/111 – 1997/53 sayılı kararın incelenmesi davacı vekili tarafından istenilmesi üzerine,

Yargıtay 13. Hukuk Dairesi'nin 30.6.1997 gün ve 1997/5666 – 5936 sayılı ilamı

( … Davacı, davalı aleyhine açtığı, tazminat davasında verilen 455.200.000,- liranın tahsiline dair kararın kesinleştiğini, 20.7.1995 tarihinde ödendiğini, talep tarihi olan 10.5.1993 ile, ödeme tarihi olan 20.7.1995 tarihleri arasında geçen sürede, munzam zararının oluştuğunu öne sürerek, 1.306.787.964,- liranın ödetilmesine karar verilmesini istemiştir.

Davalı, davanın reddini dilemiştir.

Mahkemece, davanın reddine karar verilmiştir. Hüküm, davacı tarafından temyiz edilmiştir.

Munzam zarar alacaklısı, öncelikle temerrüde uğrayan asıl alacağının varlığını, bu alacağının geç veya hiç ifa edilmemesinden dolayı, temerrüt faizi ile karşılanmayan zararını ve miktarını, zarar ile borçlu temerrüdü arasındaki, uygun illiyet bağını, ispat etmekle yükümlüdür.

Ülkemizde seyreden reel enflasyonun yıllık hızı, ortalama %30 - %90 oranında, hatta daha fazla olmak üzere, seyir takip ettiği bilinen gerçektir. Böyle bir ortamda, alacağını zamanında elde eden alacaklının, bunu bir an önce, paranın alım gücü kaybını önleyici, mal veya hizmet yatırımlarına yöneltmesi, banka mevduat faizine, devlet tahviline yatırması veya dövize dönüştürmesi, yaşanan hayat gerçeklerine uygun bir davranış olarak benimsenmelidir. Enflasyon olgusu, belirli düzeylerde devam ettiği müddetçe, buna bağlı olarak para değerinin düşmesi, alım gücünün azalmasından, alacağını geç tahsil eden alacaklının zarar gördüğü, %30 oranlarındaki temerrüt faizinin, bu zararı karşılamaya yetmeyeceği, tartışmasız bir gerçektir. O nedenle hukukumuzda, para değerinin düşmesi, alım gücünün azalması şeklinde ortaya çıkan zarar istemlerinin. B.K.'nun 105. maddesi kapsamında yorumlanması kaçınılmazdır. Hal böyle olunca, bu ekonomik olgular, davacının ayrıca zararını ispat yönünden, kanıt getirmesini ortadan kaldırır, normal durumlar ve fiili karineler niteliğinde olduğunun kabulü zorunlu olmaktadır. Davalı bunların aksini ve kusursuzluğunu kanıtlayamamıştır.

Olayımızda davacı, Burhaniye Asliye Hukuk Mahkemesi'nin 1990/111 esas sayılı dosyası ile açtığı davada, satışı yapılan taşınmazların, tapuda devredilmemesi nedeniyle, taşınmazların değeri olan 525.000.000,- liranın, faiziyle tahsilini, 10.5.1993 tarihli dilekçesi ile istemiştir. Mahkemece 455.200.000,- liranın 10.5.1993 tarihinden itibaren, %30 faizle tahsiline dair verilen karar, 27.6.1995 tarihinde kesinleşmiştir.

Davacı daha sonra iş bu davayı açarak, temerrüt tarihi olan 10.5.1993 tarihinde ödemesi gereken asıl borcu ödemeyerek, temerrüde düştüğü, kesinleşen hükümle çok açıktır. Bu durumda Mahkemece yapılacak iş; 10.5.1993 temerrüt tarihinde, 20.7.1995 ödeme tarihine kadar geçen zaman zarfında, her yıl itibariyle gerçekleşen yıllık enflasyon artış oranını, bu oranın eşya fiyatlarına yansıma durumunu, mevduat ve devlet tahvillerine verilen faiz oranlarını, TL. karşısında döviz kurlarını gösteren listeyi, davacıdan istemek, uzman bilirkişi düşüncesinden de yararlanmak suretiyle, bu süre içinde para değerinin düşmesi, alım gücünün azalması nedeniyle, ortalama, davacı alacaklının maruz kaldığı zarar miktarını, BK.nun 43/2. maddesi hükmü de dikkate alınmak suretiyle tespit etmek, sonra bulunan zarar miktarından davacının icrada tahsil ettiği temerrüt faizini mahsup ederek, bakiyesine davacının munzam zararı olarak hükmetmekten ibarettir.

Mahkemece, belirtilen şekilde inceleme ve araştırma yapılmadan, yazılı şekilde karar verilmesi Usul ve Yasa'ya aykırı olup bozma nedenidir… ) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle yeniden yapılan yargılama sonunda; Mahkemece önceki kararda direnilmiştir.

Hukuk Genel Kurulu'nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:

Bir davada öne sürülen maddi olgulara uygulanacak yasa maddeleri bulmak ve uygulamak ve davanın hukuki nitelendirilmesini belirlemek hakimin doğrudan görevidir ( H.U.M.K. md.76 ).

Dava hukuksal nitelikçe BK.105 den kaynaklanan “munzam zarar” istemine ilişkindir.

Anılan yasa maddesine göre “alacaklının duçar olduğu zarar, geçmiş günler faizinden fazla olduğu surette borçlu kendisine hiçbir kusur isnat edilemeyeceğini isbat etmedikçe bu zararı dahi tazmin ile mükelleftir.”

Munzam zarar sorumluluğu kusura dayanan temerrüdün hukuki bir sonucudur ve borçlunun zararının faizi aşan bölümüdür.

Borçlu para borcunu vadesinde ödemediğinde ( temerrüdü oluştuğunda ) sözleşme veya yasada belirlenen “gecikme faizi” ödeme yükümü altına girer. Bu durumda B.K. 103 uyarınca alacaklının mutlak ve tartışmasız bir zarara uğradığı kabul edilmektedir. O nedenle alacaklıya, uğradığı zararı isbat yükümü verilmeksizin, en önemlisi borçlunun, kusuru olup olmadığı araştırılmaksızın yasa gereği kabul edilen zararı giderme hakkı tanınmıştır.

Bunun dışında, alacaklının uğradığı zarar temerrüt faizinin üstünde gerçekleşmiş olması durumlarında ise davada uygulanması gereken BK.105 gündeme gelir.

Öncelikle, “munzam zararın hukuki tanımı ve kapsamı üzerinde durulmasında yarar vardır.

Munzam zarar borçlu temerrüde düşmeden borcunu ödemiş olsaydı, alacaklının malvarlığının kazanacağı durum ile temerrüt sonucunda ortaya çıkan ve oluşan durum arasındaki farktır. Diğer bir anlatımla, temerrüt faizini aşan ve kusur sorumluluğu kurallarına bağlı bir zarar şeklinde tanımlanabilir.

BK. 105, kaynağı ne olursa olsun, temerrüt faiz yürütülebilir nitelikte olmak koşuluyla bütün para borçlarında uygulanma olanağına sahiptir. Borcun dayanağı haksız fiil, sözleşme, nedensiz zenginleşme kanun, vekaletsiz iş görme olabilir.

Bu bağlamda emen belirtelim ki, munzam zarar borcunun hukuki sebebi, asıl alacağın temerrüde uğraması ile oluşan hukuka aykırılıktır.

O nedenle, borçlunun munzam zararı tazmin yükümlülüğü ( BK.md.105 ), asıl borç ve temerrüt faizi yükümlülüğünden tamamen farklı temerrüt ile oluşmaya başlayan asıl borcun ifasına kadar zaman içinde artarak devam eden, asıl borçtan tamamen bağımsız yeni bir borçtur. Munzam zarar bu hukuki niteliği ve karakteri itibariyle, asıl alacak ve faizleri yönünden icra takibinde bulunulması veya dava açılmasıyla sona ermeyeceği gibi, icra takibi veya dava açılması sırasında asıl alacak ve temerrüt faizi yanında talep edilmemiş olması halinde dahi ( BK.md.105/2 ) takip veya davanın konusuna dahil bir borç olarak da kabul edilemez. Hal böyle olunca, asıl alacağın faizi ile birlikte tahsiline yönelik icra takibinde veya davada munzam zarar hakkının saklı tutulduğunu gösteren bir ihtirazi kayıt dermeyanına da gerek bulunmamaktadır. Ayrı bir dava ile on yıllık zamanaşımı süresi içinde her zaman istenmesi mümkündür.

Munzam zarar sorumluluğu, kusur sorumluluğuna dayanır. BK. 105 kusur karinesini benimsemiştir.

Munzam zarardan kaynaklanan tazminat borcunun doğması için aranan kusur borçlunun temerrüde düşmekteki kusurudur. Farklı bir anlatımla, burda zararın doğmasına yol açan bir kusur ilişkisi aranmaz ve tartışılmaz. Sorumluluk için borçlunun temerrüde düşmekteki kusurunun varlığı asıldır.

Kural olarak munzam zarar alacaklısı, öncelikle temerrüde uğrayan asıl alacağının varlığını, bu alacağın geç veya hiç ifa edilmemesinden dolayı temerrüt faizi ile karşılanmayan zararını, zarar ile borçlu temerrüdü arasındaki uygun illiyet bağını isbat etmekle yükümlüdür. Alacaklı borçlunun temerrüde düşmekte kusurlu olduğunu ispatla yükümlü değildir. Borçlu ancak temerrüdündeki kusursuzluğunun kanıtlama koşuluyla sorumluluktan kurtulabilir.

Sırası gelmişken belirtelim ki, munzam zarar davalarında alacaklının ( davacının ) isbat yükümlülüğü çok sıkı kurallara bağlanmamalı, genel ispat yöntemlerinde olduğu gibi her olayın kendi yapısı ve özelliği içinde değerlendirmeye tutulmalıdır. Örneğin, yaşayan hayatın gerçekleri ve deneyimlerinin zorunlu kıldığı herkesçe bilinen normal durumlar ile fiili karineler, diğer bir anlatımla MK. 6 da anlamını bulan genel kuralın istinaları şeklinde ispat yükümünü ortadan kaldıran olgular, ispat hukuku açısından alacaklı yararına değerlendirilmeli, bunların aksini iddia eden borçluya ispat yükünün düştüğü kabul edilmeli en önemlisi hükmedilecek zarar miktarı ve kapsamının tesbitinde BK. 43/1 hükmünden yararlanılmalıdır.

Ülkemizde süregelen hiperenflasyonun yüzde yüzlerde seyrettiği, vadeli mevduatların en az bu oranlarda gelir getirdiği, yabancı para değerinin ( kurların ) her zaman temerrüt faiz oranlarını aştığı, banka kredilerinin yüzde iki yüze kavuştuğu, paranın iç alım ( satım ) alma değerinin büyük ölçüde azaldığı tartışmasız, yaşanan bir gerçek olduğu çok açıktır.

Böyle bir enflasyonist ortamda bireyin parasının değerini sabit tutmak ve kazanç sağlamak için bir çaba ve girişimlerde bulunması örneğin en azından vadeli mevduat veya kurları devamlı yükselen döviz yatırımlarında değerlendirmesi, olayların normal akışına, hayat tecrübelerine uygun düşen bir karine olarak kabul edilmesi zorunludur.

Gerçekte de, anlatılan enflasyonist ortamda yaşayan makul, normal bir kişinin parasını atıl biçimde elde tutmayacağı, gelir getirici bir yatırıma dönüştüreceği, insan yapısının ve menfaatlerini koruma içgüdüsünün de tabii bir sonucudur.

Hal böyle olunca, enflasyonist ekonominin olumsuz etki sonuçları kamuca az veya çok herkesin bildiği, en önemlisi gerekli olduğu taktirde bilinebilmesinin kolayca gerçekleştirilebileceği ve mahkemelerinde bilgisi altında olan vakıalar olarak kabulü gerekir. Yasal deyimi ile “MARUF VE MEŞHUR” vakıalardır ve bunların isbatına gerek yoktur ( H.U.M.K.md.238/2 ).

Yine Bankalar Kanunu'nun 37 nci maddesiyle, 1211 sayılı Merkez Bankası Kanunu'nun 4 ve 40 maddeleri gereğince, Hükümet ve MERKEZ Bankası'nca ilan edilen vadeli mevduat faizleri ile Resmi Gazetede yeralan “T.C. Merkez Bankası'nca Belirlenen Döviz Kurları ve Devlet İç Borçlanma Senetlerinin Günlük Değerleri” şeklinde gösterilen ve tüm günlük gazetelerde T.R.T. ile özel televizyonlarda da tekrarlanan ilanlar; hukuki güvenlik nedeni ile gerçeği aksettirdiği ve aksi sabit oluncaya kadar yazılı delil oluşturacağı da göz ardı edilemeyecek bir realitedir. ( M.K.md.7, 29, İİK.md.8/ son f ).

Bunların yanında, 20.10.1898 T. K.3 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararında “para her zaman kulanılması mümkün ve temettü getiren bir meta olduğundan geç ödenmesi halinde zararın vücudu muhakkaktır” şeklindeki kabulde az yukarda açıklanan hukuki tesbit ve bulguları doğrulamaktadır. Şu durum karşısında, alacaklının davasında dayandığı maddi olgulara uygulanması zorunlu görülen H.U.M.K. md. 238/2 ve MK.7 anlamında belirlenen delillerle alacaklı zararının kanıtlandığına ilişkin karinenin vücut bulduğu ve böylece davacını zararını isbat yükümünü ifa ettiği açıktır. Bu aşamadan sonra sübut bulan karinenin aksini kanıtlayarak, sorumluluktan kurtulmak isteyen borçlunun; somut olayın özellikleri nedeni ile ya alacaklının bir zarara uğramadığını, ya da borcunu zamanında ifa etmiş olsa idi dahi alacaklının borç konusu miktarı değeri düşmeyecek bir biçimde değerlendiremeyeceğini ispat etmesi gündeme gelebilir.

Az yukarda açıklananların ışığında, Mahkemece özel dairenin bozma kararında tesbit edilen yöntem ve araştırmalar eksiksiz yerine getirilmeli B.K.42 ve 43/1. maddeleri hükümleri de dikkate alınmak suretiyle toplanan deliller değerlendirilmeli ve hasıl olacak uygun sonuç çerçevesinde belirlenecek munzam zarara hükmedilmelidir.

O nedenle isbat hukuku açısından hatalı gerekçelere dayalı yerel mahkemenin direnme kararı bozulmalıdır.
SONUÇ : Davacı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının Özel Daire bozma kararında ve yukarıda gösterilen nedenlerden dolayı ( BOZULMASINA ), yapılan ikinci görüşmede oyçokluğu ile karar verildi.

NOT: Konunun Önemi Sebebiyle, Yargıtay Hukuk Genel Kurulu Kararından Bir Ay Önce Yayımlanan Munzam Zararın İsbatı Konulu Yargıtay İçtihatları Birleştirme Büyük Genel Kurulu Kararını da Yayımlıyoruz.

8.10.1999 TARİH ESAS: 1997/2 KARAR:1999/1 SAYILI YARGITAY İÇTİHATLARI BİRLEŞTİRME BÜYÜK GENEL KURULU KARARI

I-İÇTİHADI BİRLEŞTİRME TALEBİ

Vehbi Ünal, 12.8.1996, 5.5.1997, 18.6.1997, 24.6.1997, 27.6.1997, 30.6.1997, 17.9.1997, 23.10.1997, 20.11.1997 tarihli dilekçeleri ile, Av. Funda Vurucu, Av. Tamer Köseler, 5.11.1996, Av. Cahit Torun 14.2.1997, Av. Hüsnü Davarcıoğlu 26.6.1997, Av. Recep Gül, Şenol Şentürk, Şinasettin Atalan 17.9.1997 tarihli dilekçeleri ile, Nusret Konan 21.12.1997, Türkiye Barolar Birliği Başkanlığının 30.12.1997 tarihli yazısı ile;

Borçlar Kanunu'nun 105. maddesinde düzenlenen faizi aşan ( munzam ) zararın ispatı ile ilgili olarak;

Yargıtay 15. Hukuk Dairesi'nin 15.1.1995, 1994/6546 – 1995/65, 27.11.1995, 1994/4985 – 363, 3.7.1997, 1117/2727 – 3428, 27.3.1996, 1996/1430 – 1711, 26.4.1995, 1994/5937 – 2476, 21.4.1994, 1994/1684 – 2522, 15.5.1996, 1996/298 – 269, 14.10.1996, 6349 – 5235,

5. Hukuk Dairesi'nin 12.4.1994, 1994/4947 – 7947, 22.10.1996, 1996/13828 – 14754,

18. Hukuk Dairesi'nin 22.3.1994, 1994/2060 – 3571,

19. Hukuk Dairesi'nin 27.10.1993, 1542 – 7085 ve HGK.nun 23.2.1994, 1993/5 – 600 – 1994/80, 8.3.1995, 1994/5 – 893 – 146, 19.6.1996, 1996/5 – 144 – 503 sayılı kararları ile;

Yargıtay 4. Hukuk Dairesi'nin 5.6.1995, 1995/3602 – 4569; 23.12.1996, 1996/6505 – 8937, 7.4.1997, 1945 – 2533;

13. Hukuk Dairesi'nin, 1.6.1995/267 – 5451, 14.10.1996, 5616 – 8714, 13.2.1997, 1996/9985 – 1997/810, 30.6.1997, 5667 – 5936 sayılı kararları arasında; içtihat aykırılığı bulunduğu; Türk parasının yasada öngörülen faizin üzerinde, %70 – 80 – 90 ve daha yüksek oranda değerini yitirdiği bir dönemde para borcunun temerrüdünden doğan munzam ( aşkın ) zararın gerçekleştiğine ilişkin bir karinenin varlığı ve dolayısıyla somut delillerle kanıtlanmasına gerek olup olmadığı yönünde oluşan içtihat aykırılığının istikrar kazandığı,

11. Hukuk Dairesi'nin, munzam zararın ispatı konusunda somut delillere dayanmamış olsa da tacirin alacağını zamanında alması halinde onu ticari işletmesinde değerlendireceği konusunda bir karinenin varlığını kabul ettiği, 13. Hukuk Dairesi'nin; “paranın yasal faizin çok üzerinde değerini yitirdiği bir dönemde alacağını zamanında elde eden ve ticari hayatın içinde bulunan alacaklının bunu bir an önce mal veya hizmet yatırımlarına yöneltmesi ve dövize dönüştürmesi yaşamın gerçeklerine uygun bir davranış olduğu konusunda bir karinenin aksinin ispatı yükünün ise borçluya ait olduğu görüşünde olduğu, Yüksek 5, 15, 18 ve 19. Hukuk Daireleri ile Yüksek Genel Kurulun, böyle bir karinenin varlığını kabul etmediği, paranın değer yitirmesinin munzam zararın gerçekleşmesi ve kanıtlanmış sayılabilmesi için yeterli olmadığı, bu halde dahi munzam zararın somut delillerle kanıtlanması gerektiği görüşünde oldukları ileri sürülerek, içtihat aykırılığının yüksek 11 ve 13. Hukuk Dairesi'nin görüşleri yönünde giderilmesi isteminde bulunmuşlardır.

Yüksek Birinci Başkanlık Kurulu 5.6.1997 gün ve 41 sayılı konu ile ilgili kararında; “… 4, 11, 13, 15 ve 19 Hukuk Daireleri ile Hukuk Genel Kurulu'nun anılan kararları arasında, uyuşmazlıkların niteliklerinden ve somut olayların özelliklerinden kaynaklanan farklılıklar dışında, ilke ve uygulama yönünden, aykırılık sonucunu doğuracak bir durum mevcut olmadığından, içtihatların birleştirilmesi yoluna gidilmesine gerek bulunmadığı” sonucuna varmış, daha sonra içtihat aykırılığının varlığına ilişkin taleplerin artması ile yukarıda anılan karara yapılan itiraz üzerine Yüksek Birinci Başkanlık Kurulu 4.12.1997 tarihinde yeniden toplanarak Yargıtay Yasası'nın 17/1 – d maddesi uyarınca itirazın incelenmesi için yapılan inceleme ve görüşmede;

“… Konuya ilişkin içtihatların birleştirilmesi başvuruların çok sayıda olması;

- Aykırılığı ileri sürülen içtihatların süreklilik kazanma eğilimi göstermesi,

- Aradan geçen süre gözetildiğinde aykırılığı ileri sürülen konuda verilen karar sayısının artıyor olması;

İtiraza konu Birinci Başkanlık Kurulu kararından sonra bu konuda yeniden yapılan başvurularla ilgili Daire bildirimlerinde özellikle, yeni ve değişik görüşlere yer verildiğinin gözlenmesi,Birinci Başkanlık Kurulu'nun herhangi başvuru üzerine içtihatların birleştirilmesi gerektiği yönünde yönetsel karar vermiş olması hallerinde dahi, konuyu görüşmek üzere toplanacak İçtihadı Birleştirme Genel Kurulunda toplantı başlangıcında, öncelikle içtihat aykırılığı olup olmadığı hususu görüşülerek oylama yapılması ve bu yöntemle yargısal nitelikli bir karardan sonra esasa geçilmesi; İçtihadı Birleştirme Genel Kurulu'nun sayısal oluşumu, yetkilerinin kapsamı, kararının niteliği, işbu konunun hukuk literatüründeki yeri ve hukuksal önemi gözetildiğinde Birinci Başkanlık kurulunca bu tevhidi içtihat isteminin Genel Kurula sunulmasında hukuksal yarar bulunduğunun belirlenmesi gözetilerek…” “munzam zarar” konusunda içtihatların birleştirilmesi yoluna gidilmesine karar verilmiştir.

II – YARGITAY DAİRE VE HUKUK GENEL KURULU KARARLARIN İNCELENMESİ

4. Hukuk Dairesi'nin Kararlarında Kabul Edilen İlkeler:

4.Hukuk Dairesi'nin konu ile ilgili önemli ve yayınlanan kararı haksız ihtiyati tedbir nedeniyle uğranılan zararın tazminine ilişkindir ( 4.3.1986 tarih ve 1986/685 – 2012 ).

Karara konu olayda, izalei şuyuu yolu ile satılan taşınmazın bedeli ( 1.200.000,- TL. ) üzerine ihtiyati tedbir konularak davacıya ödenmesi geciktirilmiş, tedbirin haksız olduğu nedeni ile paranın uzun süre kullanılamamasından doğan zararın tazmini istenilmiştir.

Daire genel bir karine yerine davacının sıfatı ile tedbir konulan paranın miktarını göz önünde bulundurarak dar gelirli bir memurun eline geçecek 1.200.000,- TL.'yi vadeli banka hesabına veya benzer gelir getiren yerlere yatırarak yararlanmasının beklenen bir davranış olduğu” yönünde fiili karinenin varlığını kabul etmiştir. Bu suretle davacının iddiası ispat edilmiştir. Davacının yasal faiz üzerinde ek zararının bulunmadığı artık davalı tarafından ispat edilmelidir.

Dairenin zararın ve tazminatın nasıl hesap edileceğine ilişkin bir görüşü bulunmamaktadır.

Yüksek Daire paranın değer yitirmesini zararın nedeni olarak görmekte, ancak para değerindeki eksilmenin başlı başına zarar “fiili zarar” olduğunu kabul etmemektedir. Burada zarar “paranın sağlayacağı geliri” yani kaçırılan kazanç yahut yoksun kalınan kazançtır.

B- 13. Hukuk Dairesi'nin Kararlarında Kabul Edilen İlkeler:

13. Hukuk Dairesi'nin 1.6.1995 tarihli ve E.1995/167 – 5451 sayılı kararının konusunu oluşturan olayda, davacı, davalının işlettiği depoya emaneten bırakılan eşyanın yangın nedeni ile uğradığı zararı istemiş, yargılama 13 yıl sürmüştür. Zarar, 1977 yılında 529.000,- TL.'dir ve faizi ile 1991 yılında 1.248.000,- TL. olarak tahsil edilmiştir ( 1977 yılında 529.000,- TL. iç alım gücü itibariyle 1991 yılındaki 200 Milyon liraya tekabül etmektedir ).

Yüksek Daireye göre;

“… Enflasyonun yoğun olarak yaşandığı bir dönemde alacağını zamanında elde eden, ticari hayatın içinde bulunan alacaklının, paranın değer kaybını önleyici mal ve hizmet yatırımlarına yönelmesi, banka mevduat faizine, devlet tahviline yatırması veya dövize dönüştürmesi, yaşamın gerçeklerine uygun bir davranış olarak kabul edilmiştir. Enflasyon olgusu belirli düzeylerde devam ettiği müddetçe buna bağlı olarak paranın alım gücünün azalmasından dolayı alacağını geç tahsil eden alacaklının zarar gördüğü %30 oranındaki temerrüt faizinin bu zararı karşılamaya yetmeyeceği tartışmasız bir gerçektir. O nedenle hukukumuzda para değerinin düşmesi, alım gücünün azalması şeklinde ortaya çıkan zarar istemlerinin BK.nun 105. maddesi kapsamında yorumlanması kaçınılmazdır. Hal böyle olunca bu ekonomik olgular, davacının ayrıca zararını ispat yönünden kanıt getirmesini ortadan kaldıran normal durumlar ve fiili karineler niteliğinde olduğunun kabulü zorunlu olmaktadır.”

Zararın ve tazminatın nasıl hesap edileceğine gelince; Daireye göre; bilirkişi düşüncesinden de yararlanmak suretiyle temerrüt süresince para değerinin düşmesi, alım gücünün azalması nedeniyle alacaklının ortalama maruz kaldığı zarar BK.nun 42/2. maddesi hükmü de dikkate alınmak suretiyle tespit edilmelidir.

Diğer kararında ( 13.12.1997 tarih ve 1996/9985 – 1997/810 ) davacı müteahhit, davalı ise davacıya ait daireleri onun vekili sıfatı ile satan kişidir. Davalı davacıya ait daireleri satmış, bedelini davacıya 28.10.1988 tarihinde ödemesi gerektiği halde yaklaşık 6 yıl sonra borcun ödenmemiştir. Bu yüzden davacı “ticari hayatın içinde bir kişi olarak bir takım sıkıntılarla karşılaştığını, başka yerlerden kredi almak zorunda kaldığını, ilave masraflar yaptığını parayı alıp işinde değerlendirme imkanından mahrum kaldığını, mevduat hesabına, tahvile yatırma imkanı veya döviz alma olanağını kaçırdığını ileri sürerek munzam zararın tazminini istemiştir.

Davacı belirli bir vakıa, somut bir nedene dayanmamaktadır. Genel olarak taşınmazın bu günkü değerinden de söz ederek para değerinin düşmesi ve alım gücünün azalması ile oluşan zararının ödetilmesini istemektedir.

Yüksek daire, bir önceki kararında olduğu gibi ticari hayatın içinde olan davacının ( müteahhit ) eline geçecek parayı en azından vadeli banka hesabına veya benzer gelir getiren kurumlara yatırarak en iyi şekilde yararlanacağı beklenebilecek bir davranış olduğunu, bu yönde fiili bir karinenin varlığını kabul etmiş, bununla ispat yükünün yer değiştirildiği sonucuna varmıştır.

Diğer olayda davacı, davalı bankanın ( 14.10.1996 gün ve 1996/5616 – 8714 bkz. s.19 ) satışa arz ettiği uluslararası ticaret ve turizm merkezi adı altında inşaa edilen iş merkezinde bağımsız bir bölüm almak üzere 2.8.1990 tarihinde 486.700.- TL. öder, iş merkezinin yapımı imkansız hale gelir ve davalı, paralı iadede temerrüde düşer. Davacı, zararında ödenmiş olsaydı bu meblağı vadeli banka hesabında tutulması durumunda paranın 1.357.910.582.- TL. sına ulaşacağını ileri sürerek munzam zararın tazminini istemiştir. Yüksek Daire, olayda “Ev kadını olan davacının eline geçecek parayı, vadeli banka hesabına veya benzer gelir getiren kurumlara yatırarak en iyi şekilde yararlanması beklenebilecek bir davranış…” olduğunu belirterek davacının iddiasının ispat edildiği sonucuna varmıştır.

C- 11. Hukuk Dairesi'nin Kararlarında Kabul Edilen İlkeler:

11. Hukuk Dairesi enflasyonunun yıllık ortalama %50 ile %90 oranında seyrettiği bir ortamda alacağını zamanında elde eden ve ticari hayatın içinde bulunan tacirin bir an önce paranın alım gücünün azalmasını önleyici mal veya hizmet yatırımlarına yönelmesi, en azından tacirin bu parayı zamanında tahsil etmesi halinde ticari işletmesinde değerlendireceği ve bu durumda daha yüksek bir kazanç sağlayacağı varsayımına kabul etmektedir.

Zararın hesabında Yüksek Daire, önceleri ( 1995 yılına kadar ) bir yıllık mevduata verilen faizi esas alırken ( 5.6.1995 gün ve 1995/3602 – 4569 ) daha sonra temerrüt süresince üçer aylık vadelerle ve vade bozulmadan bir banka hesabına yatırılması halinde getirebileceği faiz getirisinin esas alınmasını öngörmektedir. ( 24.12.1996 gün ve 4892 – 9072 ).

D- 5, 15, 18 ve 19. Hukuk Dairelerinin Kararlarında Kabul Edilen İlkeler:

Yüksek 5, 15, 18 ve 19. Hukuk Daireleri paranın temerrüt süresinde değer yitirmiş olması nedenine dayanılarak munzam zararın tazmininin istenilmesi halinde zararın somut olarak iddia ve ispat edilmesi görüşündedirler. Alacaklının tacir olması yahut alacak miktarının yatırıma elverişli olması bir önem taşımamaktadır. Bu halinde 5, 15, 18 ve 19. Hukuk Dairesi uygulamaları itibariyle 13 ve 11. Hukuk Dairesi'nin tam karşısında yer almaktadır.

E- Hukuk Genel Kurulu Kararlarında Kabul Edilen İlkeler:

Yüksek Genel Kurul görüşünü dava yoluyla artırılan kamulaştırma bedelinin geç ödenmesinden doğan munzam zarar istekleri ile ilgili olarak açıklamıştır. Genel Kurul'a göre ( Y.H.G.K. 19.6.1996, 1996/144 – 503 ), zararın doğuşu paranın değer yitirmesine dayandırıldığı takdirde de zararın somut olarak ispatı gerekmektedir; Paranın değer yitirmesi kanun koyucu tarafından faiz oranları belirlenirken dikkate alınmıştır. Bu bakımdan yoğun yaşanan enflasyona dayanılarak tazminat istenilmesi, kanun koyucunun iradesiyle bağdaşmamaktadır. Nitekim kanun koyucu gecikme faizi oranını belirlerken paranın değer kaybını ve mevduat faizlerini de dikkate almıştır. Aynı nedenlere dayanarak gecikme faizinin dışında ve onun üzerinde oluşan munzam zarara hükmedilmesi gecikme faizi ile ilgili 3095 sayılı kanun hükümlerine aykırıdır. Bu durumda, kamulaştırma davalarına bakan 5 ve 18. Hukuk Daireleri ile büyük ölçüde tacirler arasındaki hukuki ilişkilerden doğan uyuşmazlıklara bakan 19. Hukuk Dairesi, eser sözleşmesi ile ilgili davalara bakan 15. Hukuk Dairesi, çoğunluk görüşü itibariyle 4. Hukuk Dairesi, paranın değer kaybı nedenine dayanılarak B.K. md. 105 uyarınca faizi aşan zararın tazmininin istenilmesi halinde, zararın somut olarak ispatını öngörmektedir. 5 ve 18. Hukuk Dairesi ile Hukuk Genel Kurulu tacir olmayan kişilerin paranın değer yitirdiği bir dönemde alacağın zamanında ödenmesi halinde alacaklının, banka mevduat veya döviz hesabına yatırma repo işlemi yapma vs. gibi paranın değer yitirmesini önlemek eğiliminde olduğu şeklinde bir yaşam deneyi kuralı bulunduğunu kabul etmemektedir.

Genel Kurul'a göre kanun koyucunun enflasyon olgusunu dikkate alarak faiz oranını düşük tutması karşısında aynı hukuksal nedenlere dayanarak munzam zararın tazmininin istenilmesi kanun koyucunun iradesiyle bağdaşmamaktadır. Başka bir anlatımla paranın değerini yitirmesine dayanılarak BK.nun 105. maddesi uyarınca munzam zararın tazmini istenememelidir.

Buna karşılık 13. Hukuk Dairesi para borcunun zamanında ödenmemesi halinde bir zarar karinesinin zaten varolduğunu, temerrüt süresince yasal %30 üzerinde paranın değer kaybı halinde faizi aşkın zararın doğduğu, paranın değer kaybının B.K.'nun 105 inci maddesinde yer alan faizi aşkın zarar olarak nitelendirileceği görüşündedir. Zira Daireye göre paranın hızla değer yitirdiği bir dönemde kişinin paradan kaçış eğilimi bulunmaktadır. Kişinin bu eğilimi fiili karine olarak kabul edilmeli, davacının faizi aşan zararı ispat yükü ters çevrilmelidir.

11. Hukuk dairesi de benzer görüştedir. Paranın değer yitirdiği bir dönemde ticari hayatın içinde olan tacirin en az banka faizi kadar kazanç sağlayabileceği kabul edilmelidir. Bu olgu onun zararını somut olarak ispat etmesi yükünü ortadan kaldırır. Aksini borçlu ispat etmelidir.

Az yukarıda açıklandığı üzere, içtihat aykırılığına konu tüm kararların dayandığı maddi olgularda izlenen, ortak yön; paranın vadesinde tahsil edilmesi hainde alacaklının mevduat faizi, repo, döviz geliri ve sair nedenlerle kazanç sağlayabileceği iddiasına ve varsayımına dayanmaktadır. Bu itibarla sorun yalnız paranın yoğun ve sürekli olarak değer kaybettiği dönemlerde paranın değer yitirmesi hukuki nedenine dayanan, bu dönemde paranın sağlayacağı kazanç kaybından doğan zarar istemleri ile sınırlıdır. Zarar bu niteliği itibariyle “kaybedilen kazanç”, “mahrum kalınan kâr” niteliğindedir. Zararın varsayıma dayanması bu tür zararlarının ispatında Borçlar Kanunu'nun 4/2 ve yargılama hukuku bakımından da Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu'nun 240. maddesinin uygulanmasını ön plana çıkarmaktadır.

Borçlar Kanunu'nun 42/2. maddesi “hakimin takdir hakkı” Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu'nun 240. maddesi de “hakimin delilleri serbestçe edindiği kanaate göre takdirini düzenlemektedir.” Görüldüğü şekilde, her iki konuda, hakimin önüne gelen somut olayların kendine özgü durum ve koşullarıyla doğrudan ilgili olduğu açıktır. Bu nitelikte, kaynağını değişik ve çok türlü maddi olgulardan alan zararların kanıtlanması işleminin, içtihatların birleştirilmesi yolu ile tek bir isbat vasıtasına bağlanması;

Hakimin, delilleri serbestçe takdir edip vicdani kanaatine göre hüküm kurmasını öneren yasal kuralı sınırlandıracağı gibi hukukun zaman içinde gelişiminide önleyeceği sonucuna kavuşulmuş, bu düşünce ve sakıncalar önde tutularak içtihatların birleştirilmesine gerek görülmemiştir.

SONUÇ : Yukarıda açıklanan gerekçelerle, içtihatların birleştirilmesi yoluna gidilmesine gerek olmadığına 8.10.1999 tarihinde oyçokluğuyla karar verildi.

Address

Ankara

Opening Hours

Monday 09:00 - 17:00
Tuesday 09:00 - 17:00
Wednesday 09:00 - 17:00
Thursday 09:00 - 17:00
Friday 09:00 - 17:00

Website

Alerts

Be the first to know and let us send you an email when Ahmet Can. posts news and promotions. Your email address will not be used for any other purpose, and you can unsubscribe at any time.

Contact The Business

Send a message to Ahmet Can.:

Share