Huni

Huni Huni, geniş bir perspektiften gelen düşünce ve olayları süzerek özünü yakalamayı amaçlayan bir platformdur.

Fikirleri bir araya getirip süzgeçten geçirerek okuyucularına dengeli ve objektif bir anlayış kazandırmayı hedefler.

Kimlik Siyasetinin Tehlikeli YoluBahçeli artık sağlıklı düşünemiyor.Belki iyi niyetli olabilir… Ama uzun vadede neye seb...
20/07/2025

Kimlik Siyasetinin Tehlikeli Yolu

Bahçeli artık sağlıklı düşünemiyor.
Belki iyi niyetli olabilir… Ama uzun vadede neye sebep olacağını öngöremeyecek kadar dar bir bakış açısıyla hareket ediyor.

İyi niyetli gibi görünse de bu anlayış:

>> Kimlik üzerinden siyaset yapmaktır.
>> Devlet görevlerini etnik ve mezhebi kotaya göre dağıtmak demektir.
>> Liyakati değil, aidiyeti esas almak demektir.

Bu yol Irak’ta, Lübnan’da neye yol açtıysa, Türkiye'de de aynısını yapar: bölünme, güvensizlik, çatışma.

Türkiye’nin ihtiyacı:

>> Kimliği değil, işi bilen, dürüst, ehil insanlar.
>> Birleştiren değil bölen değil, kapsayıcı liderlik.
>> Ortak vatandaşlık bağına dayanan güçlü bir devlet.

Kimlik Siyasetinin Sakıncaları:

Bahçeli’nin sözleri ilk bakışta demokratik ve kapsayıcı görünebilir. Ancak bu uygulama iki tehlikeli algıyı besliyor:

1. Sanki Bu Kimlikler Dışlanıyor Algısı:

Türkiye'de Kürt ya da Alevi kökenli vatandaşlar tarih boyunca devletin çeşitli kademelerinde görev almıştır. Bakan, milletvekili, akademisyen, general ve hatta başbakan , cumhurbaşbakanı olanlar olmuştur. Bu kimliklere sahip kişilerin tümü dışlanmış gibi bir söylem, hem tarihsel gerçeklerle çelişir hem de toplumda gereksiz bir mağduriyet algısı yaratır.

2. Liyakat Yerine Kimlik Vurgusu:

Cumhurbaşkanlığı gibi bir makam, tüm milleti temsil eden bir kurumdur. Bu makamın hangi etnik ya da mezhebi kimlikten biri tarafından doldurulacağı değil, o kişinin liyakati, karakteri, anayasa bağlılığı ve halkın iradesiyle seçilmesi önemlidir. Kimlik temelli yaklaşım, liyakat ilkesine zarar verir.

Ortadoğu'dan Uyarıcı Örnekler:

Etnik ve mezhebi kotalar üzerinden siyaset yapılan ülkelerde nasıl sonuçlar ortaya çıktığına bakmak, Türkiye için öğretici olabilir:

Lübnan:
Cumhurbaşkanı Hristiyan, Başbakan Sünni, Meclis Başkanı Şii olmak zorunda. Bu sistem ilk başta temsil adaleti sağlayacak gibi görünse de zamanla mezhep temelli ayrışmaları derinleştirdi. Bugün Lübnan kronik siyasi krizlerle, işleyemeyen devlet kurumlarıyla ve iç savaşların izleriyle boğuşuyor.

Irak:
2003 sonrası ABD işgaliyle getirilen etnik-mezhebi kota sistemi (Cumhurbaşkanı Kürt, Başbakan Şii, Meclis Başkanı Sünni) kısa sürede ülkeyi paramparça etti. Devlet kimliği yerine grup kimlikleri öne çıktı. Mezhepler arası çatışmalar, terör örgütleri ve bölünme talepleri arttı.

Suriye:
Nusayri-Alevi azınlığın iktidarda olması, Sünni çoğunluğun dışlandığına dair bir algı yarattı. Bu algı üzerine inşa edilen isyanlar, ülkeyi on yıldan fazla süren bir iç savaşa sürükledi.

Bu örnekler gösteriyor ki kimlik siyaseti üzerine kurulu sistemler, ilk bakışta “temsili adalet” sunsa da, uzun vadede ayrışmayı, kutuplaşmayı ve çatışmayı besliyor.

Türkiye’de Gerçekler:

Türkiye Cumhuriyeti, tüm vatandaşlarını din, dil, ırk ve mezhep ayrımı yapmaksızın eşit kabul eden bir anayasal düzene sahiptir. Laik, üniter ve demokratik yapısıyla, devletin resmi ideolojisi kimlik dayatmasına değil, ortak yurttaşlık ilkesine dayanır. Bu çerçevede:

Alevi ya da Kürt bir birey, geçmişte devletin üst kademelerinde görev almıştır ve bugün de alabilir.

Bu makamlara gelmek için tek şart halkın iradesi ve kişinin liyakatidir, kimliği değil.

Türkiye'de kimlikler üzerinden siyaset yapılması, geçmişte yaşanan kutuplaşmaları yeniden canlandırabilir.

Sonuç:

Devlet Bahçeli’nin açıklaması iyi niyetli bir sembolik açılım olarak yorumlanabilir. Ancak Türkiye’nin sosyal dokusunu bilen bir siyasetçinin, bu tür söylemlerin nasıl bir algı yaratacağını da düşünmesi gerekir.

Cumhurbaşkanlığı gibi bir makam, kimlik değil, temsil makamıdır. Bu koltuğa gelecek kişinin Türk, Kürt, Sünni, Alevi, Çerkes ya da başka bir etnik/mezhebi kimliğe sahip olması değil; halkın güvenini, saygısını ve oyunu alacak bir lider olması esastır.

Aksi halde, "kimin sırası geldi" tartışması ile devleti kimliklere böler, Türkiye’yi Ortadoğu’daki başarısız örneklere benzetmiş oluruz. Türkiye'nin ihtiyacı olan şey kimlik değil, birliktir.

Gazeteci İsmail Saymaz, MHP lideri Bahçeli'nin birkaç gün önce milletvekilleriyle gerçekleştirdiği toplantıda "Cumhurbaşkanının iki yardımcısı olsun, bir Kürt, diğeri Alevi olsun" ifadelerini kullandığını belirtti. Saymaz'a göre Bahçeli, "kardeşliği pekiştirmek için" bu ö...

İbrahim Anlaşmaları: Büyük Ortadoğu Projesi'nin Sessiz Sonu mu?Donald Trump’ın başkanlığı döneminde başlatılan ve 2020’d...
26/06/2025

İbrahim Anlaşmaları: Büyük Ortadoğu Projesi'nin Sessiz Sonu mu?

Donald Trump’ın başkanlığı döneminde başlatılan ve 2020’den itibaren uygulanmaya başlayan İbrahim Anlaşmaları (Abraham Accords), İsrail ile birçok Arap devleti arasında diplomatik ilişkilerin normalleşmesini sağlayarak Orta Doğu'da yeni bir dönemin kapısını araladı. Ancak bu gelişme, 2000’li yılların başında ABD tarafından başlatılan ve onlarca yıldır tartışılan Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) ile çelişiyor mu, yoksa onun bir devamı mı?

1. İbrahim Anlaşmaları Nedir?

İbrahim Anlaşmaları, ilk olarak 13 Ağustos 2020 tarihinde İsrail ile Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) arasında imzalanan, ardından Bahreyn, Fas ve Sudan gibi ülkelerin katılımıyla genişleyen bir barış ve normalleşme sürecidir.

Hedefleri:

İsrail’in Arap komşularıyla doğrudan diplomatik ilişkiler kurması

Ekonomik işbirliği: ticaret, turizm, teknoloji ve enerji alanlarında ortaklık

İran karşıtı ortak cephe

ABD’nin askeri yükünü azaltarak Orta Doğu’daki etkisini diplomasi ve ticaret yoluyla sürdürmesi

Anlaşmanın Sembolik Adı:

“İbrahim” adı, Yahudilik, Hristiyanlık ve İslam’ın ortak atası olan İbrahim peygamberi simgeler; bu da anlaşmanın dinî köklerden gelen bir barış vizyonu taşıdığını ima eder.

2. Büyük Ortadoğu Projesi (BOP): Kapsam ve Tartışmalar

Tanım:

ABD'nin 2000'li yıllarda George W. Bush yönetimiyle başlattığı, Orta Doğu ve Kuzey Afrika’da rejim değişiklikleri, demokratikleşme ve Amerikan etkisinin yayılması hedefini taşıyan bir dış politika projesidir.

Amaçları:

İslami radikalizmi önleme

ABD’ye sadık rejimler oluşturma

Petrol yollarını güvence altına alma

İsrail’in güvenliğini sağlama

Sınırların yeniden çizilmesi, “etnik uyuma” dayalı yeni devletçiklerin kurulması

Araçları:

Askerî müdahaleler (Irak, Afganistan, Libya, Suriye)

Renkli devrimler (Arap Baharı)

Yumuşak güç politikaları ve sivil toplum mühendisliği

Sonuç:

Irak’ta parçalanma, terörün yükselişi

Libya ve Suriye’de iç savaş

Milyonlarca mülteci

ABD’nin bölgedeki prestij kaybı

3. İki Proje Arasındaki Farklar

1. Yaklaşım (Strateji)

BOP: Müdahaleci. Rejim değişiklikleri, askeri işgaller, dışarıdan yapılan “demokratikleşme” hamleleriyle bölgeyi şekillendirmeyi hedefler.

İbrahim Anlaşmaları: Diplomatik ve ekonomik odaklı. Mevcut rejimlerle işbirliği yaparak statükoyu korumaya çalışır. Müdahale yerine uzlaşma ve ekonomik çıkarlar ön planda.

Aktörlerin Rolü

BOP: ABD merkezlidir. Arap halklarına yukarıdan aşağıya müdahale planlanmıştır. NATO ve Batı ile birlikte hareket edilir.

İbrahim Anlaşmaları: İsrail ile Arap yönetimleri doğrudan taraf olur. ABD aracı konumdadır ama baskıcı değil, teşvik edici rol oynar.

Hedef

BOP: Rejimleri değiştirmek, Batı yanlısı yeni liderler getirmek ve bölgeyi yeniden şekillendirmek.

İbrahim Anlaşmaları: Mevcut rejimleri güçlendirmek, İsrail’i bölgeye entegre etmek ve İran’a karşı ortak cephe oluşturmak.

Barışın Niteliği

BOP: “Demokrasi getiriyoruz” iddiasıyla yapılan askeri operasyonlara dayanır. Bu nedenle yıkım ve istikrarsızlık üretmiştir.

İbrahim Anlaşmaları: Yönetimler arasında imzalanan barış anlaşmalarıdır. Silahsız, ekonomi odaklı, elit düzeyde barış girişimidir.

Filistin Meselesine Yaklaşım

BOP: İkincil planda. İsrail’in güvenliği esas alınır, Filistin konusu genellikle göz ardı edilir.

İbrahim Anlaşmaları: Filistin tamamen dışlanmıştır. Arap ülkeleri İsrail’le barış yaparken Filistinlilerin hakları ön şart olmaktan çıkarılmıştır.

Toplumların Tutumu

BOP: Halklar tarafından tepkiyle karşılandı. Irak, Libya, Suriye gibi ülkelerde kaos yarattı.

İbrahim Anlaşmaları: Arap yönetimleri tarafından desteklense de, Arap kamuoyunda ciddi bir hoşnutsuzluk var; halklar Filistin’in dışlanmasına tepki gösteriyor.

Sonuç ve Etkiler

BOP: Milyonlarca mülteci, iç savaşlar, terör örgütlerinin güçlenmesi. ABD'nin bölgedeki etkisi zayıfladı.

İbrahim Anlaşmaları: İsrail’in meşruiyeti arttı. Ekonomik ilişkiler kuruldu. Ancak barış yüzeysel ve halk desteğinden yoksun.

4. Peki, İbrahim Anlaşmaları BOP’un Sonu mu?

Evet, büyük ölçüde BOP’un sessiz iptali sayılabilir, çünkü:

Demokrasi ve insan hakları iddiası geri plana itildi.

Rejim değişikliği stratejisi yerine rejim istikrarı ve elit düzeyde uzlaşma öne çıktı.

ABD artık askerî güçle değil, İsrail’in merkezde olduğu diplomatik ittifaklarla bölgeyi şekillendirmeye çalışıyor.

Ancak şu nokta önemli:

İsrail’in güvenliği ve İran’a karşı cephe kurma hedefi, her iki projenin ortak noktasıdır. Bu anlamda İbrahim Anlaşmaları, BOP’un araçlarını değiştirmiş halidir.

5. Filistin Meselesi: En Büyük Kaybeden

İbrahim Anlaşmaları’nın en dikkat çekici yönlerinden biri, Filistin sorununun göz ardı edilmesidir.

Arap devletleri ilk defa İsrail ile barış yaparken Filistin’in haklarını ön koşul olarak sunmamıştır.

Bu durum, Arap sokağında büyük öfke yaratmış, Filistin meselesi uluslararası platformda tali bir meseleye dönüşmüştür.

Bu gelişme, İsrail’in bölgesel meşruiyetini artırırken, Filistin’in yalnızlaşmasına neden olmuştur.

6. Gelecek Ne Getirir?

Suudi Arabistan’ın katılımı, bu süreci kalıcılaştırabilir. Ancak Gazze ve Kudüs gibi konular hâlâ potansiyel kırılma noktalarıdır.

İran’ın yükselişi ve Çin’in bölgeye girmesi, bu yeni ittifakı yeniden şekillendirebilir.

Filistin meselesi çözülmeden, bölgedeki bu barış “elitlerin barışı” olmaktan öteye gidemeyebilir.

SONUÇ

Trump’ın öncülüğünde başlayan İbrahim Anlaşmaları, Büyük Ortadoğu Projesi'nin revize edilmiş ve pragmatik bir versiyonu olarak görülebilir. Askerî işgallerle şekillenen BOP’un yıkıcı etkilerinden sonra, Trump ve ardılları yeni bir denge oyunu oynuyor: Diplomasi, ticaret, savunma iş birlikleri ve İran karşıtı eksen etrafında şekillenen bir Orta Doğu.

Ancak barış, yalnızca yöneticilerin imzalarıyla değil, halkların kalbiyle mümkündür. Bu yüzden bu süreç, “barış”tan çok “geopolitik mühendislik” olarak tanımlanmayı daha çok hak ediyor.

Ümmetçilikle Birlik Değil, Dağılma Gelir: Türk Kimliği Neden Vazgeçilmezdir?Birlik Hayali, Bölünme GerçeğiÜmmetçilik; ku...
25/06/2025

Ümmetçilikle Birlik Değil, Dağılma Gelir: Türk Kimliği Neden Vazgeçilmezdir?

Birlik Hayali, Bölünme Gerçeği

Ümmetçilik; kulağa hoş gelen, tüm Müslümanların kardeş olduğu fikrine dayanan romantik bir idealdir. Ama gerçek dünyada bu fikir ne Arap dünyasında işe yaramıştır ne de Türkiye gibi çok farklı yapılar barındıran bir ülkede işe yaraması mümkündür.

Tarihte ümmetçilikle kurulmuş kalıcı bir birlik yoktur. Ama millet bilinciyle kurulmuş yüzlerce güçlü devlet vardır.

1. Osmanlı’dan Günümüze: Kimliksizleştirmenin Uzun Tarihi

Osmanlı'da Ne Oldu?

Osmanlı Devleti Oğuz Türkleri tarafından kuruldu, ama zamanla ümmetçilik ve hanedan çıkarları ön plana çıktı.

“Türk” kelimesi Osmanlı elitleri tarafından küçük görülen köylü sınıfını tanımlamak için kullanıldı.

Devlet dili Arapça-Farsça karışımı oldu, saray çevresi Türkçeyi hor gördü.

Devlet vardı, ama halk isimsizdi. Aidiyet, padişaha ve dineydi; millete değil.

Sonuç?
Halk bir isim taşıyamadı. Bu yüzden bir ulusal bilince ulaşamadı, devleti sahiplenemedi. 19. yüzyılda milliyetçilik rüzgarı Balkanları parçalarken, Osmanlı’nın ümmetçi anlayışı hiçbir halkı birlikte tutmaya yetmedi.

2. Arap Dünyası: Aynı Dil, Aynı Din, Ama Bölük Pörçük

Bugün Arap ülkeleri aynı dili konuşur, çoğu Sünnî’dir, kültürleri benzerdir. Ama:

Suriye–Suudi Arabistan–Irak–Mısır–Fas gibi ülkeler birbirinin düşmanı haline gelmiştir.

Arap Birliği, onlarca yıldır kağıt üzerinde kalmıştır.

1991 Körfez Savaşı'nda Arap ülkeleri birbirlerine karşı savaşmıştır.

Yemen’deki savaşta bile Arap ülkeleri farklı tarafları desteklemektedir.

Aynı dili ve dini paylaşan Araplar bile birleşemezken, farklı etnik grupların, mezheplerin ve tarihi mirasların iç içe geçtiği Türkiye’de ümmetçilikle birlik mümkün müdür?

Hayır. Çünkü din birliği, çıkar çatışmalarını çözmez. Ortak inanç, ortak siyaset yaratmaz.

3. Türkiye’de Tarikat Gerçeği: Birlik Değil, Rekabet

Bugün Türkiye’de İslam adına faaliyet gösteren yüzlerce tarikat ve cemaat bulunmaktadır. Ancak:

a) Birbirini Dışlayan Yapılar

Menzil, İsmailağa, Nur Cemaati, Süleymancılar, Haydarîler, FETÖ, Nakşibendîler...

Hepsi İslam adına konuşur ama birbirlerinin meşruiyetini bile tanımazlar.

Aralarında namaz kıldırmama, evlilik reddi, şeyhlerini tek hak yol ilan etme gibi tavırlar vardır.

b) İktidar Yarışı ve Derin Rekabet

FETÖ, devleti ele geçirmek için yıllarca diğer tarikatlara savaş açtı.

Menzil tarikatı içinde bile şeyh öldükten sonra oğulları arasında liderlik savaşı yaşandı.

Cemaatler, okullar, hastaneler, medya üzerinden birbirine karşı psikolojik ve siyasi savaş yürütmektedir.

Bu yapılar ümmetçiliğin temelini oluşturacaksa, birlik değil, iç savaş çıkar.

4. Ümmetçilik Neden Türkiye’yi Parçalar?

Çünkü ümmetçilik:

Milli kimliği bastırır. “Türküm” demek yerine “ümmetin ferdi” ol der.

Etnik yapıları ortak kimlikten koparır. “Türkiye halkları” denerek bölünmenin zemini hazırlanır.

Arap kültürünü yaygınlaştırır, Türk kültürü "sapkın" ilan edilir.

Suriyeleşmenin önünü açar. Mezhep ayrımı üzerinden çatışmalar derinleşir.

Sonuçta ortak aidiyet çöker, toplum bölük pörçük hale gelir.

5. Türk Kimliği: Türkiye’yi Ayakta Tutan Direk

Türk kimliği;

Etnik değil, siyasi ve kültürel bir üst kimliktir.

Kürt, Laz, Çerkez, Alevi, Sünni – herkesin altında birleşebileceği bir ortak çatıdır.

“Türküm” demek, tek bir ırkın değil, bu vatanda kader birliği yapan herkesin ifadesidir.

Tıpkı Amerikalılık, Fransızlık, Almanlık gibi bir ulus kimliğidir.

Bu kimlik silinirse:

Devletin meşruiyeti sorgulanır.

Ortak tarih ve gelecek duygusu zayıflar.

Etnik ve mezhepsel fay hatları kırılmaya başlar.

6. Kimliksiz Halk, Millet Olamaz

Bir halkın:

Ortak adı yoksa,

Kendisini tanımlayamıyorsa,

Geçmişine sahip çıkmıyorsa,

Geleceği ortak kuramaz.

Kimliksiz toplumlar, sürü gibi güdülür, kolayca bölünür. Bugün Türk kimliğinin sistematik biçimde bastırılması, sadece bir kültürel saldırı değil, bir güvenlik tehdididir.

Sonuç: Ümmetçilikle Devlet Kurulmaz, Yıkılır

Ümmetçilikle ne Osmanlı bir arada tutulabildi, ne Araplar birleşebildi, ne de cemaatler barışabildi.

Türkiye’de ümmetçilik yaygınlaştıkça millî kimlik zayıflar, devlet çözülür, toplum kutuplaşır.

Bir milletin adı yoksa, devleti de olmaz.

Bu yüzden:

> “Türküm” demek sadece bir söz değil, bir devleti bir arada tutan bağın adıdır.

Osmanlı ümmetle yıkıldı. Türkiye milletle var oldu.
Türk kimliği giderse, Türkiye gider.

Türk'ün Unutuluşu, Dirilişi ve Yeni Tehlike: Osmanlı’dan AKP’ye Tekrarlanan Tarihî Hata 1. Osmanlı’da Türk Kimliğinin Un...
25/06/2025

Türk'ün Unutuluşu, Dirilişi ve Yeni Tehlike: Osmanlı’dan AKP’ye Tekrarlanan Tarihî Hata

1. Osmanlı’da Türk Kimliğinin Unutuluşu ve Hor Görülüşü (Yaklaşık 500 Yıl)

Süreç:

Osmanlı Devleti'nin kuruluşundan (1299) çöküşüne (1922) kadar yaklaşık 623 yıl sürdü. Bu sürecin en az 500 yılı boyunca, özellikle İstanbul’un fethinden sonra, Türk kimliği sistematik biçimde geri plana itildi.

Neden?

Devletin merkezî yapısı, saray ve bürokrasi dili olarak Arapça-Farsça karışımı Osmanlıcayı benimseyerek halka ait olan Türkçeyi dışladı.

"Türk" kelimesi saray ve yüksek ulema çevrelerinde köylü, kaba, eğitimsiz anlamında küçültücü bir şekilde kullanıldı.

Arap ve Acem kültürü üst kültür, Türk kültürü ise taşra olarak kodlandı.

Yani Osmanlı’da Türkler “kurucu halk” olmalarına rağmen, kimliksiz, ezik, eğitimsiz ve yönetimden uzak bırakılmış bir halk haline getirildi.

2. Araplar, Kürtler ve diger halklar Ne Kadar Kimliklerini Yaşadı?

Araplar:

1517’den itibaren Osmanlı'ya katıldılar.

Mekke, Medine, Kudüs gibi kutsal şehirlerin idaresi, Arap kökenli Şerif ailelere bırakıldı.

Arapça asla yasaklanmadı; dinî metinlerin ve İslam hukukunun dili olarak sarayda ve medreselerde egemen oldu.

Araplar, hem dilsel hem de dinsel olarak sistemin merkezinde yer aldı.

Arap kimliği, hiçbir zaman aşağılanmadı; aksine, hilafet gibi kutsal sembollerle yüceltildi.

1800’lerden sonra Arap milliyetçiliği doğdu; gazeteler, dergiler, okullar kuruldu.

Kürtler:

Doğrudan iskan edilmedi, çoğu aşiret düzeninde özerk bırakıldı.

Doğuda “eyalet sisteminde” kimi Kürt beylerine yerel güç alanı tanındı.

Kürt dili yasaklanmadı; ibadet, eğitim ve halk iletişimi kendi dilinde sürdü.

Doğu ve Güneydoğu’daki birçok Kürt aşireti, özerk beylikler kurarak Osmanlı ile ittifak yaptı. Kürt beyleri kendi bölgelerinde hukuk, eğitim ve dini kontrolü elinde tuttu.

“Vergi ver, asker gönderme” esasına dayalı özerklikler tanındı (örneğin Bitlis, Hakkâri, Botan beyleri).

Birçok Kürt lideri, sarayla güçlü bağlar kurarak hem ekonomik hem siyasi imtiyazlar elde etti.

Rumlar:

Ticaret, denizcilik ve dış ilişkilerde etkiliydiler.

Osmanlı dış politikasında Rum dönmeleri ve çevirmenleri (dragomanlar) kilit rol oynadı.

İstanbul’un fethinden sonra “Fener Rum Patrikhanesi” kuruldu; dini merkezî güç elde ettiler.

Ermeniler:

1800’lerde sarayda ve ticarette yükseldiler. “Millet-i Sadıka” (sadık millet) olarak tanımlandılar.

Kuyumculuk, sarraflık ve devlet finansmanında ön plandaydı.

Bazı Ermeni aileleri Osmanlı bankacılığını yönetiyordu.

Yahudiler:

1492’de İspanya’dan Osmanlı’ya geldiler;

Doktor, bilim insanı, tüccar olarak yüksek mevkilerde bulundular.

Devlet içi çekişmelerde denge unsuru olarak kullanıldılar, özellikle 19. yüzyılda Avrupa bağlantılarıyla etkili oldular.

Türkler:

Anadolu’daki Türk köylüsü, devlete sürekli vergi vermek zorunda bırakıldı.

Medrese ve eğitim kurumlarında Arapça-Farsça bilen elitler tercih edildi; Türkçe bilen halk dışlandı.

Türkler çoğunlukla askerî ve tarım işlerinde kullanıldı, fakat bu emekleri karşılıksız bırakıldı.

Eğitim olanakları kırsal kesime ulaşmadı; Türk köylüsü hem ekonomik olarak ezildi hem de kültürel olarak dışlandı.

Ulema ve saray çevresi, Arap kültürünü yüceltirken, Türkleri daima geri ve kaba gördü.

Sonuç: Osmanlı’da Türkler; horlanan, fakir kalan, eğitimsiz bırakılan, yönetime katılamayan bir “alt sınıf” haline geldi.

3. Atatürk’ün Türk Kimliğini Yeniden Diriltmesi (Sadece 15 Yılda!)

Osmanlı’nın 500 yıl boyunca sistematik olarak hor gördüğü Türk halkını, Atatürk:

15 yıl gibi kısa sürede yeniden ayağa kaldırdı.

Bu süreçte hiçbir etnik grubu dışlamadı, kimseye zorla Türkçülük dayatmadı.
Atatürk döneminde Kürtler, Araplar, azınlıklar baskılanmadı.
Ancak ayrıcalıklı da değildiler — herkes eşit yurttaş olarak kabul edildi.

Reformlar:

1924 Anayasası: Herkese eşit yurttaşlık — “Türk” ortak kimliği.

1928: Laiklik ve eğitim reformları — halkın dinî/mezhebi farkları değil, ortak yurttaşlıkla birleşmesi.

1931–1932: Türk Tarih ve Dil Kurumları — halkın geçmişi ve diliyle bağ kurması sağlandı.

Okuma yazma seferberliği, kıyafet devrimi, kadın hakları… Bunların hepsi Türk halkına yeniden özsaygı kazandırmak içindi.

Atatürk, sadece Türkleri ayağa kaldırmakla kalmadı; Kürtleri, Arapları ve bütün halkları da eşit bireyler olarak tanıyan laik bir vatandaşlık hukuku sundu, bu ülkede eşit yurttaşlar olarak yaşama hakkına sahip oldular.

Atatürk döneminde Kürt dili yasaklanmadı. Sadece devlet dili olarak Türkçe kabul edildi.
Devletin dili olarak Türkçenin kabulü, “dil yasağı” gibi sunulsa da, amaç ortak vatandaşlık dili oluşturmaktı.

Şeyh Said İsyanı (1925) ve benzer ayaklanmalar, etnik değil hilafeti geri getirme, laikliğe karşı isyanlardı.
Kürt isyanlarının çoğu, etnik değil, hilafeti ve feodal yapıyı geri getirme amacı taşıyordu.

Kürt kökenli çok sayıda isim, Cumhuriyet’in her kademesinde görev aldı.

Atatürk diğer kimlikleri inkâr etmedi. Ama bir etnisiteye ayrıcalık da tanımadı. Herkese eşitlik tanıdı.
Ayrımcılık değil, anayasal eşitlik temelinde bir millet inşa etti.
“Türk milleti” tanımı etnik değil, anayasal bir kavram olarak sunulmuştur.

5. Bugün AKP ile Osmanlı'nın Hataları Nasıl Tekrar Ediliyor?

Osmanlı’da ne olmuştu?

Ümmetçilik adına Türk kimliği silinmişti.

Arap etkisi artmış, hilafetle birlik sağlanacağı sanılmıştı.

Sonuç: Araplar Osmanlı’ya ihanet etti, Osmanlı yıkımı yaşadı.

AKP ile Osmanlı’nın Hataları Nasıl Tekrarlandı?

AKP, Büyük Ortadoğu Projesi’nin (BOP) eş başkanı olduğunu ilan etti.

Ümmetçilik yeniden kutsallaştırıldı, laiklik küçümsendi.

Türk kimliği ırkçılıkla suçlandı, Anayasa’dan “Türk” kelimesi çıkarılsın kampanyaları başlatıldı.

Erdoğan “Osmanlı torunuyuz” diyerek, millet değil ümmet söylemi kurmaya başladı.

Arap ülkeleriyle yeni ittifaklar kuruldu (Suudi Arabistan, BAE), ama yine:

Ne Arap halkı Türkiye’ye saygı duydu,

Ne liderleri sadakat gösterdi.

Tıpkı Osmanlı gibi: Türk yine fedakâr, yine horlanan.

6. Ne Hedefleniyor? Gerçek Tehlike Nedir?

>>Büyük Ortadoğu Projesi ile amaç:

Türkiye’yi laik, üniter, kimlikli bir devlet olmaktan çıkarıp;

Mezhep ve etnik aidiyetlere dayalı, zayıf, yönlendirilebilir uydu devletlere bölmek;

“Yeni Osmanlı” adı altında bir halifelik fantezisi ile Arap liderliğinde ama Batı güdümünde bir ümmet coğrafyası yaratmaktır.

Bu süreçte Türk kimliği, tıpkı Osmanlı'da olduğu gibi yeniden silinmekte; millet değil, ümmet kavramı ile halk dağıtılmaktadır.

>>Büyük Ortadoğu Projesi ve Kimlikler Üzerinden Yeni Harita

Büyük Ortadoğu Projesi (BOP), 2000’li yılların başında ABD tarafından şekillendirilen ve 23 ülkenin sınırlarını, rejimlerini ve ulusal yapılarını değiştirmeyi amaçlayan geniş kapsamlı bir jeopolitik plan olarak ilan edildi.
Bu plan, özellikle kimlikler üzerinden yürütülmektedir.

Kürt Kimliği Üzerinden Yürüyen Projeler:

Irak’ta 1991’den itibaren Kürt bölgesi oluşturuldu, 2003’te anayasal özerklik kazandı.

Suriye’de “Rojava” adı altında PKK uzantısı YPG/PYD kontrolünde bir yapı kuruldu.

Türkiye’de “Kürt sorunu” adı altında, etnik temelli özerklik/kimlik talepleri uluslar arasılaştırıldı.

Eğitimde anadilde öğrenim, bayrak, yerel parlamento talepleri, BOP kapsamında “Kürt kimliğini tanıma” adı altında gündeme getirildi.

> Ancak bu tanıma, eşit vatandaşlık temelinde bir kültürel hak değil, bölgesel ve siyasi ayrışmayı tetikleyen bir araç haline getirildi.

Nihai Amaç:

Kuzey Irak, Kuzey Suriye, Güneydoğu Türkiye ve İran’ın Kürt bölgelerinden oluşan, bağımlı bir “Kürdistan” kurmak.
Bu yapı doğrudan ABD’ye ve Batı’ya bağlı olacak; Türkiye, İran, Suriye gibi güçlü devletleri zayıflatacaktır.

Diğer Kimlikler: Mezhepçilik ve Etnik Ayrışma

Aleviler:

Alevilik, dinî bir inanç olmaktan çıkarılıp, sünnilikle karşıt bir siyasi kimlik haline getirilmeye çalışılıyor.

“Alevi federasyonları” adı altında Batı fonlu kurumlarla devletten kopuk özerk talepler ortaya konuluyor.

Araplar (özellikle Hatay ve Güney illeri):

Selefi, Şii, Nusayri gibi ayrımlar üzerinden etnik-mezhepsel ayrışmalar kışkırtılıyor.

Arap Baharı ile Suriye’den gelen milyonlarca Arap sığınmacı, demografi mühendisliği aracı haline getiriliyor.

Ermeniler ve Süryaniler:

“Tarihi haklar”, “soykırım tazminatı” gibi kavramlarla Türk kimliği uluslararası alanda baskılanıyor.

Avrupa fonları ile desteklenen azınlık vakıfları, kültürel özerklikten siyasi temsil hakkına geçiş zeminini zorluyor.

SONUÇ: Tarihsel Ders ve Uyarı

Tarih tekerrür ediyor. Ama ders alınmazsa bu tekerrür felaket olur.
Osmanlı’nın düştüğü hatayı yeniden yapmak, Türk milletini bir kez daha kimliksiz, edilgen, parçalanmış hale getirmek demektir.

BOP’un hedefi, Türk kimliğini bastırmak değil sadece; onun yerine hiçbir ortak kimliği bırakmamaktır.
Çünkü kimliksiz bir toplum:

Kolay yönlendirilir,

Kolay bölünür,

Kolay kontrol edilir.

Bu nedenle Atatürk'ün yaptığı gibi:

Ortak bir anayasal kimlik (Türk milleti),

Laik, üniter devlet yapısı,

Kültürel zenginliği koruyarak ama ayrışmayı engelleyerek kimlikleri dengelemek,
bugün her zamankinden daha hayati hale gelmiştir.

Bağımsızlıktan Bağımlılığa: Türkiye'nin NATO’ya Girmesi1. Başlangıç: İnönü’nün NATO’ya Başvurusu (1949)İkinci Dünya Sava...
23/06/2025

Bağımsızlıktan Bağımlılığa: Türkiye'nin NATO’ya Girmesi

1. Başlangıç: İnönü’nün NATO’ya Başvurusu (1949)

İkinci Dünya Savaşı’nın ardından kurulan yeni dünya düzeninde, Türkiye kendisini hızla değişen uluslararası dengeler içinde buldu. Savaş sonrası Sovyetler Birliği’nin Türkiye’den Boğazlar’da üs ve Kars-Ardahan’ı istemesi, Ankara’daki yöneticileri alarma geçirdi. Bu tehdide karşı Türkiye, hızla Batı bloğuna yaklaşma arayışına girdi.

1949 yılında, dönemin Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, Batılı ülkeler tarafından kurulan Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü'ne (NATO) başvurdu. Başbakan Şemsettin Günaltay liderliğindeki hükümetin yaptığı bu ilk resmi başvuru kabul edilmedi.

Neden Reddedildi?

Türkiye'nin Avrupa kıtasında olmaması,

Soğuk Savaş’ın sıcak çatışmaya henüz dönüşmemesi,

NATO’nun henüz dar ve seçkin bir ittifak olarak kalmak istemesi.

Bu red, Türkiye’yi dışlamadı ama kapıyı da hemen açmadı. Türkiye, Batı’nın radarındaydı ama kapının eşiğindeydi.

2. Dönüm Noktası: Menderes Dönemi ve Kore Savaşı (1950–1952)

1950’de yapılan seçimlerle Demokrat Parti iktidara geldi, ve Adnan Menderes başbakan oldu. Aynı yıl, dünya bir kez daha bölünmenin eşiğine geldi: Kore Savaşı patladı. Komünist Kuzey Kore, Güney Kore’ye saldırmıştı ve ABD liderliğindeki Batı bloğu savaşa müdahil olmuştu.

Türkiye’nin Stratejik Hamlesi:

Menderes hükümeti, NATO’ya katılabilmek için “biz de buradayız” mesajı vermek amacıyla Kore’ye 4.500 asker gönderme kararı aldı. Bu, ne halk ne de Meclis düzeyinde ciddi bir tartışma konusu oldu. Asker gönderimi hızlıca gerçekleşti.

Bu adım, ABD’nin gözünde Türkiye’yi "fedakârlık eden müttefik" konumuna yükseltti.

3. NATO’ya Resmi Kabul: 1952

Tüm bu gelişmelerin ardından, Türkiye’nin ikinci başvurusu olumlu karşılandı.
18 Şubat 1952’de, Türkiye resmen NATO üyesi oldu.

Bu noktada karar artık Menderes hükümetine aitti. İnönü döneminde atılan ilk adım, Menderes döneminde sonuçlandı.

NATO’ya Giriş Ne Anlama Geliyordu?

Artıları:--------------->

Sovyet tehdidine karşı caydırıcılık,

ABD’den silah, mühimmat ve ekonomik yardım,

Uluslararası askeri standartlara geçiş,

Batı bloğuyla entegrasyon.

Eksileri:------‐--------->

ABD’ye ve Batı’ya bağımlılık,

Askerî üslerin Türkiye topraklarına yerleşmesi (örneğin İncirlik),

Yerli savunma sanayisinin boğulması,

Dış politika esnekliğinin kaybı.

Alternatif Ne Olabilirdi?------------->

Eğer Türkiye, NATO dışında kalsaydı:
---------------------------------------------------------,

NATO’ya girilmeseydi, Sovyetler bu taleplerini yeniden gündeme getirebilir, Türkiye’yi tehdit etmeye devam edebilirdi.

Ancak:

Sovyetler, doğrudan işgal için büyük bir savaşı göze almalıydı.

Türkiye’nin dağlık coğrafyası ve direnç kültürü bir işgali çok pahalıya mal ederdi.

Stalin’in ölümünden (1953) sonra Sovyet dış politikası görece daha yumuşadı.

Yani: Saldırı riski vardı ama işgal kesin değildi. Özellikle Kore Savaşı sonrası ABD, Türkiye’ye NATO dışı da olsa silah ve destek verebilirdi.

2. Bağımsız ve Çok Kutuplu Dış Politika Mümkün Olabilirdi

NATO dışında kalan Finlandiya, Yugoslavya, Hindistan gibi ülkeler, iki blok arasında denge siyaseti izlediler.

Türkiye de böyle bir yol izleyip:

SSCB ile diplomatik yakınlık,

ABD ile ekonomik ilişki,

Tarafsız ama egemen bir dış politika sürdürebilirdi.

Böyle bir politika, Atatürk'ün "Yurtta sulh, cihanda sulh" anlayışına daha yakın olurdu.

3. Savunma Sanayi Gelişebilirdi

NATO’ya girince Türkiye, hazır Amerikan silahlarını ücretsiz ya da ucuza aldı.

Bu durum yerli savunma sanayini öldürdü.

NATO dışında kalan bir Türkiye, kendi uçaklarını, tanklarını, silahlarını geliştirmek zorunda kalırdı.

Örnek: Hindistan ve İsrail gibi NATO dışı ülkeler, ciddi yerli askeri sanayi kurabildi.

4. ABD Üsleri ve Nükleer Başlıklar Yerleşmeyebilirdi

Türkiye, NATO ile birlikte:

İncirlik Üssü gibi ABD üslerine ev sahipliği yaptı.

ABD’nin Sovyetlere karşı yerleştirdiği nükleer başlıklara toprak sağladı.

Bu da Türkiye’yi bir savaşta ilk hedef haline getirdi (Cuban Missile Crisis – 1962).

NATO dışında kalan bir Türkiye, bu tür risklerden uzak kalabilirdi.

5. Kıbrıs ve Yunanistan ile Daha Dengeli Bir İlişki Olabilirdi

NATO içinde Türkiye ve Yunanistan aynı ittifakta olsalar da, NATO hiçbir zaman Türkiye’nin Kıbrıs veya Ege sorunlarında yanında durmadı.

Türkiye NATO’da olduğu halde, ABD ambargosu (1975) ve yalnızlık yaşadı.

NATO dışında kalsaydı, Türkiye belki daha bağımsız hareket eder, Ege’deki dengeleri kendi caydırıcılığıyla kurardı.

SONUÇ: NATO DIŞINDAKİ TÜRKİYE NASIL OLURDU?

NATO üyeliği, Türkiye’yi kısa vadede Sovyet tehdidine karşı korudu, ama uzun vadede askeri, siyasi ve ekonomik bağımsızlığı sınırladı.

Alternatif bir yol mümkündü, ama bu daha çetin, sabır isteyen ve halk desteğiyle yürütülmesi gereken bir yol olurdu.

THK-13 : B-2’lerden Önce, Etimesgut’ta Bir Uçan Kanat HavalandıBugün Amerika’nın radar görünmezliğine sahip B-2 “Spirit”...
23/06/2025

THK-13 : B-2’lerden Önce, Etimesgut’ta Bir Uçan Kanat Havalandı

Bugün Amerika’nın radar görünmezliğine sahip B-2 “Spirit” uçakları dünyanın en ileri savaş uçaklarından sayılıyor. Oysa Türkiye, bu teknolojilere ilham veren “uçan kanat” konseptiyle 1948 yılında tanışmıştı.
Etimesgut Uçak Fabrikası’nda geliştirilen THK-13 planörü, Türk mühendisliğinin sessiz ama etkileyici bir adımıydı.

THK-13 Nedir?

Yıl: 1948

Yer: Etimesgut Uçak Fabrikası

Tasarımcı: Yüksek mühendis Yavuz Kansu

Pilotlar: Kadri Kavukçu (ilk uçuş), Cemal Uygun (ikinci uçuş)

Yapı: Kumaş kaplı ahşap gövde, kuyruksuz "uçan kanat" tasarımı

Tür: Planör – motoru yoktu ama gelecekte jet dönüştürme hedefi vardı

THK-13, klasik gövde-kanat-kuyruk düzenini terk eden, sadece kanattan oluşan radikal bir tasarımdı. Bu tür tasarımlar o yıllarda Almanya’da Horten kardeşler tarafından denenmişti. Aynı mantık Türkiye'de de uygulanmaya çalışıldı.

Uçuş ve Tanıtım Süreci

İlk uçuş 1948’de Kadri Kavukçu tarafından başarıyla gerçekleştirildi.

İkinci uçuşta bazı denge sorunları yaşandı, kontrol zorluğu nedeniyle kaza riski doğdu.

1949 Paris Havacılık Fuarı’nda sergilendi ve uluslararası çevrelerin dikkatini çekti. Bu, Türkiye’nin havacılık alanında özgün bir tasarımla dünya sahnesine çıkmasıydı.

Hedef Neydi?

THK-13’ün nihai amacı, ileride jet motoru entegre edilerek yüksek performanslı bir askeri uçak prototipine dönüştürülmesiydi.
Henüz bir planör olarak kalmasına rağmen, bu proje bir vizyonun ilk adımıydı:

Türkiye'nin kendi özgün, düşük radar izi olan hava aracı geliştirmesi.

Neden Devam Etmedi?

-1950’li yıllardan sonra Türkiye, Marshall Yardımı ve NATO üyeliğiyle birlikte ABD savunma sistemine entegre oldu.
- 1952'de THK fabrikası MKEK’e devredildi, projeler durduruldu.
- ABD'den alınan Lockheed T-33 jetleri ile “hazır” uçak konsepti benimsendi.
- Yerli jet projeleri askıya alındı, Etimesgut’taki özgün tasarımcı kadrolar dağıldı.

> “Madem Amerika veriyor, biz neden üretelim?” anlayışı, THK-13 gibi projelerin sonunu getirdi.

B-2 ile Bağlantı Kurulabilir mi?

Her iki uçak da uçan kanat (flying wing) prensibiyle tasarlanmıştır.

THK-13, bu kavrama erken tarihte cesurca yaklaşan bir örnektir.

> Esin kaynağı değil ama benzer tasarım mantığını taşıyan çağdaş bir yaklaşım olarak değerlendirilebilir.

Son Söz: Rüyadan Gerçeğe Giden Yol

THK-13, Türkiye'nin sadece montaj değil, tasarım ve teknoloji üretme iradesini gösterdiği nadir projelerden biriydi.
Bugün Hürkuş, Anka, Bayraktar, KAAN gibi projelerle yeniden yükselen havacılık hamlesi, bu erken dönem çabaların devamıdır.

THK-13 bir başarısızlık değil, yarım bırakılmış bir başarıdır.

Kaynakça:

THK-13 - Wikipedia https://share.google/VHQvM9C8NP0YtPmGs

THK-13 - Vikipedi https://share.google/oV24s8oOMdOJyDMsH

UTED Uçak Teknisyenleri Derneği: THK-13 ve Etimesgut Uçak Fabrikası Tarihi

TUSAŞ Arşivleri

Vikipedi TR: “THK-13” maddesi

Sinan Meydan – Cumhuriyet Yazıları

Havacılık Tarihçileri Derneği Röportaj ve Notları

Address


Website

Alerts

Be the first to know and let us send you an email when Huni posts news and promotions. Your email address will not be used for any other purpose, and you can unsubscribe at any time.

Shortcuts

  • Address
  • Alerts
  • Claim ownership or report listing
  • Want your business to be the top-listed Media Company?

Share