17/08/2025
DERVİŞİN SÖZÜ
Aklım olsaydı, ölmeden yaşardım biraz.
Sığmıyoruz hiçbir yere ve hiçbir şey dolduramıyor içimizdeki boşlukları.
Hayat dediğiniz, iki nefes arasında bir mola yeri.
Göz göze, gönül gönüle değmeden ölmeyin n'olur.
Adım hep çok konuşanlar ve yaramazlar listesinde oldu ve alıştım, kapı kenarlarında, yüzüm duvara dönük, tek ayak üstünde beklemeye. Beslenme çantamda haşlanmış yumurta, kuru ekmek, üç dilim elma. Paylaştım elimdekini, yüreğimdekini, hiç pişman olmadım verdiklerimden. Laf aramızda, tek pişmanlığım, ciğeri beş kuruş etmezlere verdiğim el. Kollarımı arıyorum şimdi.
Kerim Tekin'in (devri daim olsun) babası Süleyman dede bir zamanlar Güngören'de bizim komşumuzdu. Komşumuzdu derken, oturduğumuz apartmanın girişinde küçük bir dükkânı vardı. Her ne kadar bizim Alevi dedeleri ticaret işlerinden uzak dursalar da, Süleyman dede (sanırım, biraz da oyalanmak için olacak) pvc-pencere-kapı işine girişmiş ama bir süre sonra bin pişman olmuştu. Bir keresinde, babamla birlikte, hal hatır sormak için yanına uğradığımızda "Ticaret gerçekten bize göre değilmiş imanım. Ben, bana gelen malzemeleri, alış listesinin üstüne sadece yüzde on ekleyip satıyorum ama yine de millet gidip, en pahalı yerlerden alıyor" diye sitem etti. Süleyman dede'nin o sitemi hep aklımda kaldı. Gerçekten de bizim ülkede yıllardır süregelen böyle bir sıkıntı var. Dürüst insanlardansa, hokkabazların, madrabazların işleri daha yolunda gider. Kimin başı k.çı ayrı oynuyorsa, kim helale haram katıyorsa ve kim çok bağırıp, yaygara yapıp, gürültü çıkarıyorsa, o kişi insanımıza daha cazip geliyor. Öyle ki, çoğu zaman, bile isteye kazığını yiyor ve o kişiyi ihya etmeye devam ediyor.
Başka ülkeleri de gezdim gördüm ama bizdeki gibi, şanın, şöhretin, zengiliğin ve sıfatın abartıldığı, önünde ceket iliklendiği, diz çöküldüğü ve biat edildiği bir coğrafya görmedim. Özellikle Avrupa'da, inşaat işçisi ile yönetmen ya da doktor ile garson arasında herhangi bir "kalite" farkı yoktur. Herkes kendi işinin uzmanıdır ve herkes, ne olursa olsun, hangi iş olursa olsun, verilen emeğe saygı duyulması konusunda hemfikirdir. Meselâ, bir profesör, oturduğu evin çöpünü alan olmadığında, bozulan bir eşyayı tamir eden bulunmadığında ya da merdivenleri silinmediğinde, yolu yapılmadığında, çatısı onarılmadığında, elindeki diplamanın da her şeye yetmeyeceğini bilir ve kendisine gösterilen saygının aynısını diğer emekçilere gösterir. Biz de durum çok farklı. Her yerde bir "Ast-Üst-İletişimi" vardır. Siz patronunuza, polise, doktora, hakime, sanatçıya, kodamana "sen" diye hitap edemezsiniz ama onlar size rahatlıkla "sen" diyebilir. Bu toplumsal dengesizlik zamanla acayip anlaşılmaz bir denge oluşturmuş durumda. Daha çok çaresizce bir kabulleniş gibi...
Yıllar önce Hamburg'da bir arkadaşımı ziyarete gitmiştim. Sabah uyandık ve kahvaltı etmek için evden çıktık. Merdivenlerden inerken, önümüzde de bir adam ve elini tuttuğu küçük bir çocuk vardı. Adam kapıyı açıp çıkarken, kibarlık olsun diye, kapıyı tuttu ve "Buyurun" diye bize döndü. Aaa... Oyuncu/Yönetmen Fatih Akın bu! Gülümsedik, teşekkür ettik. Yoksa, Fatih Akın benim arkadaşın üst kat komşusuymuş. "Vayy... Demek senin komşun. Eee, peki neden bunu daha önce söylemedin?" diye sorunca, arkadaşım da şaşkın şaşkın "Neden söylemeliydim ki? Sanki ben sana bütün komşularımı saydım da, bir Fatih Akın kaldı.. İnsan işte!" dedi ve dediğin de haklıydı. Sonra bir süre, Fatih Akın önde, biz arkada, sokağı yürüdük ve bir allahın kulu da dönüp, adamın önünü kesmedi, selfi çektirmedi, imza istemedi. Üstünde tişört, altında eşofman, elini kolunu sallaya sallaya köşeyi dönüp, gözden kayboldu. Sonra her yerde ve her insanda, aynı sorunu n cevabını aradım. "Bizler aslında daha çok kişinin özüne mi yoksa taşıdığı etikete, sıfata, soyadına ya da mal/mülk varlığına mı saygı duyuyoruz? "
Ve Tanrı indirdi dünyanın kepenklerini.
Camda bir yazı
"BATTIK."
Her insanın içinde ya bir hastane ya bir hapishane, morg olanları saymazsak.
Bizimkisi görüş açısından çok görüş acısı.
Ne şiirler, ne şarkılar ne de aşklar derman olmuyor yaralarımıza. Yaralarımızla büyüyoruz, yaralarımızla evleniyoruz, çoluk çocuk sahibi oluyoruz.
Yaralarımızla sevişmeler, yaralarımızla savaşmalar. Kentleri terkediyoruz yaralarımızla, insanlara sarılıyoruz yaralarımızla. Bu yüzden, kim kime dokunmaya kalksa, herkesin canı acıyor. Yürümüyor ilişkiler, en büyük aşklar, ten tene dokununca bitiyor. Biri bize dokunsa ya da biz birine dokunsak, ilkin yaralarımızı hatırlıyoruz ve belki de, yaralarımızı açanlar yanımızda olmadıkları için hesabını şimdi bize dokunanlara sormaya kalkıyoruz.
Sosyal medyanın insanı asosyalleştirmesi de apayrı bir mevzu.
Bence, cümlelerin de ruhu vardır. Yanlış ağızlarda incinirler, üzülürler, heder olurlar. Cümle vardır dile yakışır, cümle vardır dile yapışır. İnsan söylediklerini taşır sanır ama aslında ağzıdan çıkandır insanı taşıyan. Bence, bir ülkeyi tanımak için insanların nasıl öldüğüne ve bir insanı tanımak için de cümlelerin nasıl harcandığına bakmalı. Çok konuşanlar bir şeyleri örtmeye çalışır, az konuşanlarsa örtünün altındaki görünecek diye korkar. Büyük laf edenlerin çoğu küçük insanlardır. Küçük söz adamın ağzında büyür, tutamazsın. Cehaleti cümle gösterir, bilgiyi cümle anlatır. Aşk cümlede gizli değildir ama cümle aşkta saklanır. İnsan bir yere görüntüsüyle girer ama tavrının, malının, parasının hükmü kurduğun ilk cümleye kadardır. İnsan bir yere görüntüsüyle girer cümleleriyle şekil alır, cümleleriyle küçülür ya da büyür. Kimileri cümle kurar, kimileriyse cümle kırar!
Bir, iki, üç, dört...
Her ayağa kalkış, her direniş ve her deneme sonunda aynı duvara çarpıyorsa, yalnış olan duvarın varlığı değil, gidip gelip, duvara çarpan ve ruhu kan revan içinde kalanındır.
Başkaları tarafından değer görmek, sevilip sayılmak, kabul edilmek, yer tutmak, alkış almak, övülmek, omuzlarda taşınmak...
Şu sıraladıklarımı elde etmek için insanoğlu kendi özünden vazgeçti. Salgın bir hastalık gibi bu. Sanki birileri bizi fark etmese, birileri bizi görmese, alkışlamasa, övmese, yere göğe sığdırmasa, bitip tükeneceğiz gibi. Sürekli bir onaylanma kaygısı...
Bu durumu biraz da şuna benzetiyorum. Mağazadan alınmış ve eve getirilmiş bir vazo düşünün. Vazoyu alan kişi, bir türlü, onu nereye koyacağına karar veremiyor. Akşam, yatağa gitmeden önce, vazo oturma odasının en görünen yerinde, sabah koridorda, aynanın önünde. Ertesi günü, "yok burası da olmadı" diyor ve banyoya götürüyor. İki saat sonra yatak odasının girişinde, yerde, toz içinde. İşte, başkalarının onayına muhtaç olanlar da bu vazo gibi. Kendilerine ait olmayan evlerde, birileri, onların ait oldukları yeri bulsun diye, durmadan, elden ele, gönülden gönüle gezen vazolar...
Değerimizi, kalitemizi, onurumuzu ve düşlerimizi el alemin eline bırakırsak, bir süre "Oraya mı yoksa buraya mı?" diye diye ortalıkta heder olur gideriz. Kendi bahçesindeki dala yaprak olamayan biri, başka topraklarda güller açsa ne fayda!
"N'olur beni sevin."
"Lütfen bana değer verin."
"Beni övün, bana güzel sözler söyleyin, beni yüceltin."
Ah... Ne de gereksiz bir dilencilik halidir bu!
Oysa, ne demiş Edip usta?
"Ne gelir elimizden insan olmaktan başka
Ne gelir elimizden insan olmaktan başka
Ne çıkar siz bizi anlamasanız da
Evet, siz bizi anlamasanız da ne çıkar
Eh, yani ne çıkar siz bizi anlamasanız da."
Yani, ne çıkar onlar bizi sevmeseler?
Neyimiz eksilir, neremiz bozulur, kırılır, dökülür?
Sanki hepimiz, karanlık çukurlardan dışarı çıkmayan ama aynı anda da "Ben neden hiç güneşi göremiyorum Tanrım? Ben niye böyle karanlıklara hapsolmuş bahtsız biriyim?" der gibiyiz.
Kısacası dostlar,
Övgüler almak, alkışlanmak ve onaylanmak için kendimizi para'lamayalım, yoksa harcayanımız çok olur.
Elimizde kalan sadece, parantezler açmadan ve soru işaretleri bırakmadan yaşamanın gururu.
Bize devrimden önce şöyle okkalı bir evrim lazım.
Önce bir hayatımızı sağlama alalım.
Bir evimiz olsun.
Arabamız olsun.
Mobilyaları yenileyelim.
Yeni çıkan televizyonlara, cep telefonlarına, bilgisayarlara yetişelim.
Önce bir ekonomik durumu düzeltelim.
Nasıl olsa çocuk burada, yanımızda. Kaçmıyor ya!
Aslına bakarsak,
Kaçıyor!
Eğitimi, sevgisi, ilgisi ve zamanı ertelenen, sonraya bırakılan çocuk elimizden kaçıp gidiyor.
Sabahtan akşama televizyonun ve internetin başından kalkmayan, bu kanaldan o kanala, bu diziden o filme atlayan, sosyal medyada zaman öldüren ebeveynler, çocuklarını yarına erteliyor ve onları kaybediyor. Çünkü her şey zamanında güzeldir. Eğitim de öyle. İş işten geçtikten sonra, bir şeyler verme telaşına düşüyoruz ama o zaman da, çocuklarımız iki arada bir derede çoktan büyümüş ve bizler de onlara geç kalmış oluyoruz.
Evet, her şey zamanında güzel.
Çocuğumuzu öpüp koklayacak vaktimiz yoksa,
onunla gezecek, dolaşacak, oynayacak vaktimiz yoksa,
sohbet edecek, dertleşecek, dertlerine derman olacak vaktimiz yoksa ve bütün bu vakitsizlikler “işler güçler” yüzündense, burada, bir yerlerde yanlışlık var demektir.
O değil de, bizim başımıza ne geldiyse, gereğinden fazla akıllı, uslu olma telaşından geldi. İnanın, buna hiç gerek yok. Toplumun bize dayattığı "uslu olun!" emri, bizi bizden alıp götürüyor. Zamanla hata yapmaktan, yanlış anlaşılmaktan korkan, kaygılı, kararsız ve endişeli insanlara dönüşüyoruz.
Çiçekleri sevelim, renklileri sevelim, delileri ve özellikle de delilikleri sevelim. İçimiz bahar bahçe, kalbimizde kuşlar uçuyor, rengarenk çiçekler açıyor ama biz bunu bastırıp, dışarıya karşı ayazlarda kalmış, içiz buzlar tutmuş insanı gösteriyoruz. Yetsin artık! Unutuyoruz ama sevgiden uzaklaşanlar, azar azar ölür bu dünyada. Tamam, zamanında birilerini sevdik , onlara güvendik ve inandık diye yanılmış olabiliriz. Hayal kırıklığına uğramış, incinmiş, küsmüş, kırılmış dökülmüş de olabiliriz ama gene de sevmekten umudu kesmeyelim. Ne yani, daldan kopardığımız elma çürük çıktı diye bir daha elma yemeyecek miyiz?!
İnsan sevgisini sevdiğine söyler, konu komşuya değil. Aşk, pazar yeri mi ki, tezgâh açıp bağıralım.
Bir insan yatağından “Acaba bugün kimin canını yakabilirim?” diye kalkar mı hiç?
Kalkıyorlar işte!
İnanın, bu asırda insanların çoğu böyle uyanıyor.
Çocuğumuzdan vuruyorlar bizi.
İşimizden gücümüzden vuruyorlar.
Yazdıklarımızdan, söylediklerimizden, eylemlerimizden vuruyorlar.
Yetmiyor bunlar.
Annemizden, babamızdan, kedimizden, köpeğimizden, çiçeğimizden, umudumuzdan, düşümüzden, inancımızdan, bedenimizden, aklımızdan vuruyorlar bizi.
Parça parça koparılmış ruhlarımızda bunların diş izleri var.
Biz bunları diş izlerinden tanıyoruz!
Ama gene de tutunmak hayata ve kanaya kanaya var olmak bu düzende...
Türkiye'de pazarcı bir arkadaşla sohbet ediyorduk. Konu döndü dolaştı edebiyata geldi ve arkadaş "O değil de, siz şair yazar takımını anlamak zor. dedi.
“Neden?” diye sordum.
Önündeki tezgâhı gösterdi ve “Neden olacak" dedi "Pazarda, gözünün önünde yazan fiyatları bile ok*maya üşenip, kaç para olduğunu soran insanlar, paylaştığınız yazıları es geçiyor, kitaplarınızı alıp ok*muyor diye gönül koyuyorsunuz. Garipsiniz. Çok garip.”
Önce tezgâhta duran fiyatlara, sonra da arkadaşa baktım.
“Vallahi haklısın" dedim "sen de haklısın.”
ALFA Anadolu TV Özünüze rast gelesiniz.
Sevgiyle...t a m e r d u r s u n hayranlar