Tarih e Seyahat, Türk ve Dünya Tarihi, Osmanlı Arşivi, Osmanlıca Eski Kitap

  • Home
  • Turkey
  • Istanbul
  • Tarih e Seyahat, Türk ve Dünya Tarihi, Osmanlı Arşivi, Osmanlıca Eski Kitap

Tarih e Seyahat, Türk ve Dünya Tarihi, Osmanlı Arşivi, Osmanlıca Eski Kitap Contact information, map and directions, contact form, opening hours, services, ratings, photos, videos and announcements from Tarih e Seyahat, Türk ve Dünya Tarihi, Osmanlı Arşivi, Osmanlıca Eski Kitap, Digital creator, Atatürk Caddesi, Istanbul.

■ KİTAP, KÜLTÜR, TARİH SAYFASI ■
● Geçmiş zaman olur ki hayali cihan değer..
● Ne kervan kaldı, ne at, hepsi silinip gitti.
İyi insanlar iyi atlara binip gitti..

■ İSTANBUL'DA HIDIRELLEZ MESİRELERİ, 1890'LAR ❤️[Ahmet Semih Bey 1890'larda Hıdırellez mesirelerini anlatıyor]:"Hıdırell...
05/05/2025

■ İSTANBUL'DA HIDIRELLEZ MESİRELERİ, 1890'LAR ❤️

[Ahmet Semih Bey 1890'larda Hıdırellez mesirelerini anlatıyor]:

"Hıdırellez Nisan'ın 23'ünde (Rumî takvim) bütün İstanbul halkını çayırlara bağlardı. Dolmalar, helvalar, marullar, yemişler, kuzular, pilâvlar evlerde hazırlanır, çayırlara taşınırdı.

Kimi pazar kayıklarında, mavnalarda veya sandallarda, kimi hususî çatanalarda (özel deniz teknelerinde) veya öküz arabalarında gidecekleri yere giderek veya yatlarında (Ahmet İhsan, Ahmet Muhtar, Mustafa Süreyya ve Sakallı Reşit Beyler gibi) kuzu ziyafetleri yaparlar, eş dost arasında zevk-ü safa ederlerdi. Kalabalığı sevmiyenler bu zevki evlerinin bahçelerinde, korularında tatmin ederlerdi.

HER ŞEY SUDAN UCUZDU

Adalarda ise ne kadar adam varsa Büyükada'daki Ayayorgi tepesine üşüşerek kuzu ziyafetleri çekerlerdi. Kuşdili, Yoğurtçu, Haydarpaşa, Küçüksu, Beykoz, Paşabahçe Çayırları, Kâğıthane, Veliefendi Çayırları binlerce halkla dolardı. Yerlerdi, içerlerdi ve bunların hepsi, bugünlere nispetle sudan ucuzdu. Binaenaleyh o mübarek aile eğlenceleri mebzul (bol) ve fakat müptezel (bolluğu sebebiyle değersiz) olmadığı için, mebrûktü (bereketliydi). Müptezel tarafı yok muydu? Vardı ancak yerleri ayrı idi..

2. Sultan Hamid'in Yıldız sarayı ile şehzade veya sultan sarayları Nisan'ın 23'ünde hava nasıl olursa olsun boşalır, bahçeleri dolardı.. Kuzu külbastıları, kuzu haşlamaları, kuzu çevirmeleri, un ve irmik helvaları, irili ufaklı dolmalar bilhassa saray sütlâçları iki parmak kalınlığında kaymaklariyle sofralara gelir, mis gibi kokardı.."

■ HATIRALARIMDA ESKİ İSTANBUL RAMAZANLARI, 1890'LAR[Ahmet Semih Bey 1890-1900'lerdeki eski İstanbul Ramazan'larına ilişk...
02/03/2025

■ HATIRALARIMDA ESKİ İSTANBUL RAMAZANLARI, 1890'LAR

[Ahmet Semih Bey 1890-1900'lerdeki eski İstanbul Ramazan'larına ilişkin hatıralarını anlatıyor]:

"İstanbul hilafet merkezi olduğu için usul ve âdâb-ı İslamiyeye fazla dikkat ve itina edilirdi. Hele Ramazan-ı Şerif'de camilere, minarelere, kandil ve mahyalara çok ehemmiyet verilirdi. İstanbul'un yedi tepesindeki cami ve minareleri aydınlatmak usulü Sultan Sarı Selim zamanında kabul edilmiştir. Sultan III. Murad devrinde de bu usul Miraç ve Berat Kandilleri'ne teşmil edilmiştir. Sultan I. Ahmed de Ramazan'ın her gecesinde minareleri donattırmıştır. Ve bunun zamanında mahyalar icad olunmuş, cami içlerine avizeler astırılmıştı. Kandil ve mahyalara çok ehemmiyet veren Sultan II. Abdülhamid de "Ben ecdadımın sünnetine hürmet ve nezaret etmeliyim" dermiş.

Bunlardan gayri Tophane ve Sarayburnu'ndaki bataryalar alevlerle ortalığı nurlandırırdı. Bu da adet olmuştu: Denizdeki gemilerin boş tarafları aydınlattırılır, gemilerin direklerinden aşağıya doğru renkli kandiller asılırdı. Havaî fişekler atılırdı. Padişah'ın o tarihlerde kayıkla Sarayburnu'ndan Tophane'ye gelişi ve Kadir Gecesi alayı hakiki bir âlem-i lâhûtiye hayâl idi derler.

Yaz Ramazanlarında bambaşka bir halet ve letafet vardı. Çünkü iftar sofraları bahçelerde kurulur, namaz seccadeleri çayır çimen üzerine serilir, ağaçların dalları fenerlerle donatılırdı. Leğenler, ibrikler ve havlular mahallerine dizilir, sofracılar, uşaklar ev sahiplerini ve misafirlerini beklerlerdi.

EVLERDEKİ TATLI HAZIRLIK TELAŞESİ

Üç aylarda ve özellikle Ramazan'da memleketin ve en ziyade İstanbul'un üç mühim işi vardı: İbadet bir, donanma (aydınlatma) iki, eğlence üç. Ve bunların üçü de halkı memnun ederdi. Çünkü Ramazan'da daireler nevama nöbetle çalışırdı ve erken dağılırdı. İftardan evvel camilerde namaz kılmaya, mukabele ve vaaz dinlemeye, sergilerden şunu bunu satın almaya, iftardan sonra eğlenmeye bol bol müsait saatler halka kolaylık verirdi.

Üç aylar girdi mi evlerde bir çeki düzendir başlardı. Hiç unutmam babamın kuzini Tevhide Hanımefendi öne arkaya doğru sallanan hasır koltuğa oturur, emektar kalfasına emir verir, reçel kavanozlarını, şurup şişelerini yanına getirtir, mangalları hazırlattırır, kepçeleri kaynar sularla yıkattırır, kesilmiş, temizlenmiş, ayıklanmış yemişleri tepsilere serdirir, gül yapraklarını birer birer elleriyle muayene eder, şekerler tarttırır, kazanlara konulacak su miktarını ölçtürür, huzurunda tatlıları, reçelleri, şurupları kaynattırırdı. Saatlerce günlerce bu işlerle meşgul olur dururdu. Ecdaddan kalma bir Ayşe Hanımımız ve daha genci bir Mehbur Hanım bacımız öyle yeşil dolmalar pişirirlerdi ki tadanlar mest olurlardı sanki.. Hem muhakkaktı, bu gibi evlerde yenilen nefis yemekler konaklarda yenilemezdi. Çünkü saatlerce mangalda pişerdi.

Bu evlerin muhallebileri de enafistendi. Hafif is kokusu damağa bambaşka bir lezzet verirdi. Güllaçların da envaı (her çeşidi) vardı. Kaymaklısı, fındıklısı, çok sütlüsü, az sütlüsü gibi.. Bu tatlının müşterisi ve iştahlısı çok olurdu ve binaenaleyh büyük sofralarda üç dört büyük tabaklara emre hazır bulundurulurdu.

TESPİHÇİ GAFFARIN ACEM PİLAVI

Tespihçi Gaffar'ın saatlerce uğraşarak hazırladığı "anberbû" acem pilavı saraylarda bile yenmezdi. Nasıl tarif etmeli? Maide gibi gökten inmiş bir letafetti, zâikayı (tat hissini) serinleten bir lezzetti. Rahmetli Gaffar pilavı pişirdikten sonra "Bu mübarek pilav şapur şupur yemek için değildir haa; koklaya koklaya içmek, hem sindirmek içindir. Bana aferin, size afiyet olsun" derdi. Hak rahmet eyleye..

Bütün evlerin kilerlerinde de kilercilerinde de birer faaliyet görülürdü. Evvela sabunlu bezlerle gıcır gıcır kiler yıkanır, temizlenir; sürahiler, kavanozlar, şişeler, kaseler, erzak dolapları, hülasa her şey üzerinde teftişler yapılır, hazırlıklara kuvvet verilirdi. Tabi bundan sonra da yavaş yavaş kilerdeki boşluklar doldurulur Ramazan'a intizarda bulunulurdu. Zengini, orta hallisi hatta şöylece fakiri bunu böyle yapardı. Büyük kilerlerin haremde veya selamlıkta bulunması bir kaideye tâbi değildi. Kadınlara düşen iş de vardı. Sofra takımlarını, sofra örtülerini, peçeteleri, havluları temizlemek, tamir etmek, eksiği yerine koydurmak gibi.. Bu şeyler üç aylar zarfında evlerin birinci derecede işlerinden madud olurdu ve tuhafı bu yorgunluklar yorulanlara âdeta bir zindelik ve neşe verirdi. Ortalıkta bir de namaz seccadelerini, halıları temizlettirmek işi vardı ki en müşkülü de bu olurdu. Sirkeli mi dersiniz, sabunlu mu diyelim, kezzaplı mı dersiniz, kaynar sularla seccade ve halılar temizlettirilir, naftalinlerle, kaynattırılır, Ramazan beklenirdi.

ORTALIĞI SARAN SÜKÛN

Şuhur-u selâse yani üç aylar İstanbul şehrini bir nevi sürura (sevince) gark ederdi. Evlerden konaklara ve saray efendilerinden halayıklarına ve uşaklarına kadar Ramazan hazırlıklarıyla meşgul olurlardı. Büyük küçük, zengin fakir herkes haline göre nevalesini düzer, kilerini hazırlar, tatlısını, tatlılığını, reçelleri yerlerine yerleştirirdi. Bir de turşulara rağbet ederler, bunları da sımsıkı sararlardı. Kuruyemişlerden de vazgeçilemediği için bir meşgale de bunlara ait olurdu. Hülasa oruç tutmak için, orucu bozacak nevale İstanbul'u yerinden oynatıyordu. Fukara ise bu hazırlıklardan hissedar olacaklarını bildikleri cihetle sevinerek oynuyordu. Çünkü istediği hanenin iftarına gitmek hekese mübah idi. Bahusus, fukara sofraları açmak konaklar için bir adet olmuştu. Mübarek Ramazan'ı hayra ve hasenata vesile ittihaz ederlerdi. Bütün hüsn-ü niyetleriyle fukaranın imdadına giderlerdi. Nedendir belki izah edemem, Ramazan, cemiyet hayatının iyilikleri ile fenalıkları üzerinde bir tesir icra eder, herkese bir sükun ve itaat arız olurdu. Kalp kırmamak, kızmamak, fena söz söylememek, fenalık etmemek.. Hülasa günaha girmemek için azami bir dikkat sarf edilirdi. Ve bu dikkati ihmal edenler takbih olunurdu (kabahatli görülürdü)..

HİLAL'İN GÖRÜNMESİ VE RAMAZAN'IN İLANI

Rüyet-i Hilal vuku bulunca (Ramazan hilali görününce) Şeyhülislam kapısına gelinir, haber verilir ve o da ayın hafifçe görüldüğünü tasdik ederdi. Bundan sonra evvela Halife-i Ruy-i Zemin'e yani Padişah'a arz-ı hal ve aynı zamanda da Ramazan'ı ilan ederlerdi. Camiler kandillerini, mahyalarını yakarlardı. Bekçiler de davullarını çalarlardı. Teravih namazı da o gece başlardı. Bu namazdan sonra da camilerden çıkan halk istediğini yapardı. Şehzadebaşı'ndaki çay evleri, açık kalan bütün dükkanlar, orta oyunları, karagözler, meddahlar dolardı. Hamamlar da açık bırakılırdı. Ta sahur vaktine kadar halk sokakta dolaşırdı, güler, eğlenirdi. Gündüzleri de ibadet ve taat ile meşgul olurdu. Resmi daireler de erken dağılırdı. Alenen oruç bozmak yasaktı. Oruçsuzlar da buna dikkat ederlerdi ve oruçluların huzurunda yemezlerdi, içmezlerdi. Mübâlâtsızlıklar gösterenleri zâbıta yakalardı. Bâbıâli'de çalışan Hristiyan memurlar bile bu yasağa hürmet ederdi. Canları su istese bile gizli içerlerdi.

Ceplerinde Mushaf-ı Şerif'le camilere Kur'an-ı Kerim okumak halkın bir çoğunda âdetti. Ve yazma mushaflar hakikaten enfesti. Ramazan'ın herkese şamil bir hususiyeti daha göze çarpardı. O da ortalığı saran bereketti. Fakir zengin herkesin karnı doyar, yüzü gülerdi.

SARAYLARDA, YALILARDA VE TEKKELERDE HALKA VERİLEN İFTARLAR

Şehzade saraylarında iftarlar pek hususi gibi olurdu. Fakat (Hanım) Sultan sarayları dolar boşalırdı. Sarayların has hususi mutfaklarından çıkan yemekleri yerlerine taşımak için -olduğu gibi söylüyorum- 5.000 tablakâr (hizmetli garson) vardı. Sultan Abdülhamid kendisi sarayında iftarına gelen binlerce misafiriyle meşgul olduğu gibi şunun bunun birbirini ziyaret ve beraberce iftar etmesini dinin levazımından âd ve hürmet ederdi. Binaenaleyh Ramazanlarda herkes bilaistisna (istisnasız) memnun ve münşerif ve hür idi. Eski ve yeni sadrazamlar, eski ve yeni vekiller, müşir ve vezir paşalar, kazaskerler, hülasa fakirler ve zenginler camileri, sergileri doldurur, camilerde mukabele dinler, yan yana namaz kılarlardı.

Padişah, Kadir Gecesi kayıkla Tophane Camiine gelirdi. Saltanat Kayığının 16 hamlacısı vardı. Padişah sarayında iki şey için hazır bulunurdu: Huzur dersleri ve vaazlar. Ramazanlarda Sultan Abdülhamid'in kızlarının sarayları ziyade kalabalık olurdu. Harem'de, Selamlık'da müteceddid sofra kurulur ve mutfaklar yanındaki büyük bir odada fukaraya iftar ve diş kiraları (hediye) verilirdi. Padişahın çok sevdiği büyük kızı Zekiye Sultan'ın sahil sarayında başka hususiyetler vardı. Damat Nureddin Paşa kesiri'l-ahbab (çok seveni) olduğundan selamlıkta da başka bir hâlet-i nümâyân olurdu. Kalabalık neşeli ve samimi olurdu. Zekiye Sultan'ın Ramazanlarda gerek hediyelerden, gerek nakden dağıttığı diş kiraları (hediyeler) 2.500 altını geçerdi. Her bayramı müteakip kahyası Hacı Akif Paşa'dan hesabı alan sultanın "Allah'a çok şükür" diyerek sevindiğini görenlerimiz çoktur.

Yaz Ramazanları Boğaziçi'ne daha başka bir revnak verirdi. Çünkü vükeladan birçoğu Boğaziçi'ndeki yalılarında iftar verirlerdi ve iftarlara gelen misafirleri çoktu. Mevlevi tekkeleri Haliç'de Bahariye, Topkapı ve Galata Mevlevihaneleri verdikleri iftarlarda enfes yemekler sunmakla meşhur ve birbirinin rakibi idiler. Bunların aşçılardan başkaca ustaları; mütehassısları, müritleri ve canları idi. Zengini, fakiri, bayı, gedası aynı sofrada toplanır Şeyh Efendi'nin has misafirleri gibi aynı yemekleri yerlerdi. Tekkeler de zengindi. Kendi evkafı (vakıfları) ayrıca da tahsisatı (ödeneği) vardı. Hele ayinler lâhûti birer alemdi. Öyle de kalabalık olurdu ki fakat çıt çıkmazdı. Neyden, kudümden, naatlardan başka ses duyulmaz, semahanede ise hafif hafif denizin sahile çarpması misüllü bir hışırtı kulaklara gelirdi. Ramazan'da diğer tekkeler de her gece açıktı ve hepsinde iftar vardı ama başta gelen Mevlevihanelerdi.

KONAĞI YANAN SADRAZAM FUAD PAŞA'NIN DEDEME MİSAFİRLİĞİ

Şehzade Cami-i Şerifi'nin karşısındaki konağı yandığı zaman Sadrazam (Başbakan) ve Serasker Fuad Paşa bir müddet büyükbabamda misafir oldu. Aylardan Ramazan'dı. Binaenaleyh Fuad Paşa'nın misafirleri bizim eve geliyorlardı. İftara gelenler için her akşam 12 sofra hazırlanıyordu. Fukara için de 10 tabla yemek veriliyordu. Fuad Paşa'nın aşçıbaşısıyla kalfa ve çırakları bizdeki aşçılarla birleştiği için bu kadar kalabalığı izaz ve ikram etmek güç olmuyordu. O zamanki adetlere göre tepsilerle misafirlere verilen hurma, zeytin, su gibi şeylerle iftar edilir edilmez akşam namazı kılınarak bundan sonra sofralara geçildiği için böylesi daha sıhhi farz olunurdu. Namazla sofra arasındaki müddet zarfında Fuad Paşa bazen fukaranın yanına gider onlara diş kirası (hediye) verirdi. Merakından bir de fukara yemeğini kendi yemeğinden ayırt ettirmemek olmakla kontrol ederdi. O bereketli günlerde sofralara gelen yemekler aşağı yukarı şöyle idi. Müteaddid çorbalar, iki üç türlü et, kebaplar, köfteler, hindi veya tavuk dolmaları, sebze dolmaları, yaprak dolmaları, muhtelif börekler, baklavalar, sütlü tatlılar ve revaniler gibi.. daha bunlara benzer bir sürü yemekler gibi ki her birerlerine mahsus ihtisas sahibi aşçılar vardı.

O zamanın yalnız aşçılarında değil kilercilerinde de maharet vardı. Bunlar da Ramazan için faaliyete geçerler, reçeller kaynatırlar, kavurmalar yaparlar, sucuklar, pastırmalar, tenekelerle peynirler hazırlarlar; hülasa efendilerini mahcup etmemek için birbirlerine rekabet ederlerdi. Bizim emektar kilerci Dimitri limonata yapmak için bir saat uğraşırdı. Fakat onun yaptığı limonatayı içenler -Necip Bey merhumun tabirince- mest olurlardı. Amcamın aşçısı İzzet Ağa'nın yaptığı kabak tatlıları amiyane tabirle insana parmak yedirtecek kadar enafisten bir şeydi. Bu İzzet Ağa'nın Bağdat tatlısı da meşhur bir letafetti. Bağdat tatlısı içi kaymaklı kayısıların kaynamış ve kaynaya kaynaya pembeleşmiş süt içinde pişmesi demektir. Yiyenlere afiyet, yapanlara aşk olsun!

Netayicü'l Vukuat adlı emsalsiz ve mükemmel tarih kitabının müellifi İzmirli Mustafa Paşa'nın davetlileri günlerce yedikleri içtiklerini anlatır, duyanları imrendirirlerdi. Mustafa Paşa'nın Vaniköyü'ndeki yalısına giden misafirleri "O nefis yemekler hangi dişi yorar ki bir de diş kirası olsun" derlerdi. Ağızlarının tadını bilirlerdi. Gurmendlerden bir zât tanımıştım. Bu zat-ı mehteremin iftarları o kadar mükemmeldi ki Sultan Abdülhamid kilercisine bazen beğenmediği bir yemek olursa "Aşçılar oraya gitsinler, öğrensinler" dermiş. Halbuki Sultan Abdülhamid hiç de yemek düşkünü değildi.

HARAMENYN-İ ŞERİFEYN KAPI KAHYASI HACI KÂMİ EFENDİ

Nedense Beyazıt Camii diğerlerinden daha çok kalabalık olurdu. Öz İstanbul semtindeki konaklarda ve evlerde iftar edecekler ezana beş on dakika kala camiden çıkarlar, tesbih ellerinde olarak ve bir şeyler okuyarak yürürler veya arabalarına biner, gidecekleri yere giderlerdi.

Harameyn-i Şerifeyn Kapı Kahyası Hacı Kâmi Efendi'nin meşhur ve cidden güzel Arap kısrağı, efendisi üzengiye yaklaşır yaklaşmaz adeta bel verir gibi sahibini istikbal ederdi (karşılardı). Ve Hacı Kâmi Efendi'nin kısrağın üstüne sıçrar sıçramaz genç ve dinç bir şehsuvar imişçesine gösterdiği gösteriş görenlerin fevkalade hoşuna giderdi. O tarihlerde bu zât yetmişini geçmişti. Hacı Kâmi Efendi'nin iftarları maide denecek kadar elezz ve enfes bir şeydi. Koca İstanbul'da bir misli yoktu. Kendisi yaz kış Fatih'deki konağında ikamet ederdi. Ve her sabah namazıyla, her akşamın yatsı namazını Fatih'de kılardı. Gayet erken kalkar, erken yatardı. Kocaman bir sofada bir ot minder üzerinde uyurdu. Yorgan örtmezdi. Yanakları kıpkırmızı, sakalı bembeyaz teni pespembe, adaleleri gayet sert, çevik, dişler tastamam, güzel, daima neşeli bir zattı. Büyükbabamın en samimi dostlarından biri olduğu için ailemize karşı müşfikane ve pederane bir muhabbet ve alaka gösterirdi. Ve Kadir geceleri iftarı mutlaka konağında yapmamızı ister, bizi beklerdi. Biz de bu mübarek geceyi beklerdik. Ve kendisiyle beraber camisinde iftar ettikten ve akşam namazını beraber kıldıktan sonra konağına gider ve o canım yemeklere kavuşurduk.

Hele sofra takımları, tepsiler, havlular, peçeteler ve oymalı el bezleri, çini tabaklar, bağdan mercan saplı hoşaf kaşıkları, şaks iftariyeler, billur sürahi ve bardaklar.. Renk ve nefasetçe o kadar birbirine uymuş idiler ki gözlerden kalbe kadar inşirah verirlerdi. Biz Beyrut'a gittiğimiz vakit (1895) kendisini afiyette bırakmıştık. Beyrut'dan geldiğimiz vakit (1902) Hacı Kâmi Efendi de ikmâl-i enfas etmişti (son nefesini vermişti). Cenab-ı Hak hepsine rahmet eylesin. Merhum Hacı Kâmi Efendi hakikaten mübarek, cidden hayırhah ve vefalı bir zat idi, mekanı cennet olsun.

SAHURLAR

Ramazan yalnız iftar mı ya? Sahuru da vardı. İmsaktan evvelki bu yemeklerde tekellüf de yoktu. Hafif yemekler de yenirdi. Soğuk söğüşler, sebze, makarna ve mutlaka hoşaf gibi. Tiryakiler şapur şupur onu içerlerken "Hoş âb" (Hoş su) derlerdi. Yaz Ramazanlarının bir güzelliği de saray ve konaklarda teravih namazlarının çimenler üzerine serilen seccadelerde ve bahçelerde eda edilmesiydi. Hatta iftarlar da bahçede olurdu. Evlerine gitmek için bekçinin davulunu beklemek de mutat idi. Bekçiler tutturdukları bir iki makamla beyitler okudukları vakit epeyce gülünç nükteler ve imalar sunarlar, dinleyenleri okşarlardı. İnce ve geniş kutularda susamlı simitlerle kaşar peyniri satmakla iş gören seyyar satıcılar geceleri sokaklara dağılırlar, simit satarlardı. Halk da kapışırdı. Kıtır kıtır o simitler enfesti. Başlarındaki tablalar içinde helva, revani ve macun satan hele biri vardı, enfes bir sese sahipti. Bebek Koyu'nu aks-i savtı (sesinin yankısı) ile tınlatırdı adeta. Ahmet Cevdet Paşa'nın, yalısının önenden geçen bu adamı dinlemek için yazılarını bırakıp penceresini açtığı Bebeklilerce malum ve muşhurdu. Bebek'in meşhur olan bir tarafı da Mısır Hidivi Abbas Hilmi Paşa'nın annesi Valide Paşa'nın sahilhanesinden her namaz vakti yükselen ezan sesleriydi. Mısır ve İstanbul'un en seçme hafızları birbirlerine rekabet edercesine ezan okurlar, salavat getirirler, duyanları gaşyederdiler. Valide Paşa'nın iftarının bir cazip tarafı da yüzlerce fukaranın i'tamı ve diş kiraları ile tesiri idi. Bol bol yemek yerler, bol bol para alırlardı..

YADİGÂR BACININ SAKIZ BÖREĞİ

Akrabalarımızdan bir zatın validesi olan Âdile Hanımefendi Çukurçeşme'deki konağında oturdukça bize düşen bir vazife de kendisine gitmek, elini öpmek oluyordu. Sonra'da oğlu Talat Bey'den ayrılmamıştık. Hele yengemiz Neyyir Hanımı çok ve hürmetle severdik. Bunların da Ramazan-ı mübarekteki iftarları mümtaz bir fevkaladelikte serefraz idi. Çünkü bu yemek taamlarını Yadigâr Bacı hazırlar, elleriyle tabakları süsler, sofraya sunardı. Yadigâr Bacı simsiyah ve inadına sevimli hatta adeta güzel ve güler yüzlü bir bacıydı. Âdile Hanımefendi Sakızlı olduğu için Yadigârına öğrettiği Sakız börekleri ve tatlıları rahmetli babacığımın dediği gibi insana parmaklarını ısırtacak kadar harikulade bir maide idi. O kadar da meşhur idi ki Gazi Osman Paşa merhum Yadigâr Bacı'ya selamlar, yalvarmalar yollar Sakız böreği isterdi ve bunu da boynuna asıverin diye iki buçuk liralık bir altıncık yollardı. Hazırladığı yemekleri biz atıştırırken ne kadar da gülerdi zavallı Yadigâr Bacı. Mevla rahmet eyleye, kim bilir nerede yatıyor..

Ramazanlarda umumi bir samimiyet ortalığı sarardı. Kardeşçe muameleler, mülatefeler, musahabeler yapılırdı, kardeşlikler, dostluklar gösterilirdi. Hristiyanlar bile Ramazanlarda dikkatli hareketle oruçlulara hürmet ederlerdi.

ÇARŞI PAZARDA BÜYÜK UCUZLUK

Ramazan'da gözler parlar, yüzler gülerdi. Kimseler de parasız kalmazdı. Maaşlar üst üste çıkardı. Borç harç tesviye edilir, ferahlık husule gelirdi. Pazarlar, alım satımda yiyecek bahsini hayrete şayan bir şekilde ucuzlatırdı. Belediye çavuşları ellerindeki terazilerle esnaftaki terazi takımlarını ölçer, bir taraftan satılan malın taze veya çürüklüğüne bakar, suistimalde bulunanların canlarını yakarlardı. Dükkanlar, fırınlar, manavlar ve seyyar satıcılar kontrolden, kontrol edenlerden kurtulamazdı. Hele Fatih'in et pazarı değil İstanbul'un belki de dünyanın en ucuz pazarıydı. Buradaki bir kontrol de Allah korkusuydu. Kasaplar mümkün değil hırsızlık etmezler ve tertemiz mal satarlardı. Müşterileri de çoktu.

BOĞAZİÇİ'NİN HAYRAN BIRAKAN GÜZELLİĞİ

Kadri ve dünyada bir taneliği bilindiği zamanlarda Boğaziçi bir başka halet yaşardı. Hem yaşatırdı. Koca Nedim'in dediği gibi "Ondan evvel çok nevalar, güftugûlar var idi". Nazlı bir cânan gibiydi. Üstüne titrerlerdi. Onu incitmeden hazer ederlerdi. Gücenir diye korkarlardı. Sinesine işleyen sahilsaraylar onun güzelliğini örtmemek, ona sıklet vermemek için adeta yerlere serilir, en ufak bir çirkinliğe alet olmaktan çekinirlerdi. Ne kadar da güzeldi Boğaziçi ya Rabbim! Ne kadar da şirindiler sahildeki sahilhaneler! Emsali yoktu dünyanın hiç bir yerinde. Ve bundan nâşi idi ki ecnebi-yerli aşığı çoktu. Ona hayran idiler. Tekrar ediyorum, üstüne titrerlerdi..

MISIR HİDİVİNİN İFTARLARI VE ELMASİYE TATLISI

Boğaziçi'nde benim gördüğüm iftarların en mükemmeli Mısır Hidivi İsmail Paşa'nın Emirgândaki sahilsarayında idi. Parkın içinde arabalarla dolaşılırdı. Behçe ve park havagazı lambalarıyla tenvir edilir fazla olarak da fenerlerle donatılırdı. Hele yemeklerde "Elmâsiye" isimli tatlıyı beklemekten hâl olurdum! İsmail Paşa'nın sarayındaki sofralarda elmasiyeler bizim bildiğimiz gibi verilip dağıtılmaz, buzlar içinde verilirdi. Fakat bir türlü elmasiyeleri kaşıklayamazdımda. Zira hemen kayardı. Evet suret-i ekli zahmetliydi. Ancak âfaktan bir mâideydi. Kadınefendilerden Çeşmiafet Kadınefendi, büyükannem benim tabaklarıma az yemek koydukça "Hiç zararı yok, çok yesin. Ona da bir teravih kıldırırız, kuş gibi hafifler" derdi ve bilhassa çocuklar arasında bana paye verirdi. Ve ailenin küçükleriyle oynamak için yalnız bana müsaade vardı. Emirgân, İstinye, Boyacıköy fukarasının diyebilirim ki Ramazanlarda evlerinde yemek pişmezdi. Hepsi İsmail Paşa'nın sahilsarayında kendilerine ayrılan yerlerde iftar eder, yemek yer, namaz kılar ve diş kirası alır, geçinirlerdi. Birçoğunun evine erzak dahi gönderilirdi.

RAMAZANIN ONBEŞİ

Ramazan'ın onbeşi koca İstanbul'u ayaklandırırdı. Hırka-i Şerif Camiinde Sakal-ı Şerif ziyaretleri o mübarek günde umuma açılırdı. Kadın, erkek binlerce halk evinden çıkar sokağa dökülür, Topkapı Saray-ı Hümayûnu ve Hırka-i Şerif Camii'ni adeta kuşatırdı. Padişah Topkapı Sarayına gelirdi. Hırka-i Şerif Camiine de Kadınefendiler ve Sultanlar giderdi.

Sultan Abdülhamid Han ilk zamanları karadan, sonraları denizden Yıldız Sarayı'ndan İstanbul'a geçerdi. Namazları Ayasofya'da kılardı. Öğleden sonra Hırka-i Saadet Daire-i Fâhiresine gider, arkasında el pençe divan durduğu Hırka-i Saadeti, teşrifata dahil olan insanlara ziyaret ettirirdi. Bu dini resim devam ederken Hünkar saatlerce ayakta durur, bu güzel hizmeti böylece ifa ederdi. Asla yorulmazdı. Gayet neşeli görünürdü. Ziyaretten sonra hava güzel ise sarayın bahçesinde ve köşklerinde dolaşır, fena ise dairesinde oturur, akşamı beklerdi. Kara tarikiyle İstanbul'a gidiş geliş ise (gelirken Dolmabahçe, Fındıklı, Tophane, Galata Köprüsü, Babıali yoluyla gelirdi) haşmetli bir tarz alırdı. Güzergahta sıralanmış askerlerin arkalarında, evlerinin pencerelerinde, duvarların ve ağaçların üzerlerinde biriken halk Hünkar önlerinden geçerken "Padişahım çok yaşa" nidasıyla onu selamlar, hem alkışlardı..

Sultan Abdülhamid Hırka-i Saadet ziyaretlerine derin bir hürmetle çok ehemmiyet verirdi. Ben ilk defa olarak bu ziyaret resmiyle müşerref olduğum zaman Padişah Sadrazamla konuşuyordu. Nasıl oldu bilmem, bana iki destimâl vermişti. Bunun da, yani aldığım destimâlin ikincisinin üzerinde de böyle yazılıydı:

Buy-ı feyz ihsan eder pirahen Yusuf misal
Hırka-i pak-i Resul'e mesholunmuştur destimâl.."

■ OLD ISTANBUL RAMADANS AND MY MEMOIRS, 1890s[Ahmed Semih Bey recounts his memories of old Istanbul Ramadans in the 1890...
25/02/2025

■ OLD ISTANBUL RAMADANS AND MY MEMOIRS, 1890s

[Ahmed Semih Bey recounts his memories of old Istanbul Ramadans in the 1890s and 1900s]:

"Since Istanbul was the center of the caliphate, great attention and care were given to Islamic principles and etiquette. Especially during the sacred month of Ramadan, mosques, minarets, oil lamps, and illuminations were of great importance. The practice of illuminating the mosques and minarets on Istanbul’s seven hills was first introduced during the reign of Sultan Selim II. During the reign of Sultan Murad III, this practice was extended to the nights of Miraj and Barat. Sultan Ahmed I ensured that the minarets were adorned every night of Ramadan, and during his time, mahyas (illuminated messages) were invented, and chandeliers were hung inside mosques. Sultan Abdulhamid II, who placed great importance on oil lamps and mahya, used to say, "I must show respect for and oversee the traditions of my ancestors."

Apart from these, the cannon batteries in Tophane and Sarayburnu would light up the surroundings with flames. It had also become a tradition for the empty sides of ships to be illuminated, for colorful lanterns to be hung from their masts, and for fireworks to be set off. The arrival of the Sultan by boat from Sarayburnu to Tophane and the procession of the Night of Power were like a scene from a divine realm.

THE SWEET HUSTLE AND BUSTLE IN HOMES

During the three holy months, especially in Ramadan, three main matters would preoccupy the country, particularly in Istanbul: worship, illumination, and entertainment. All three would please the people. Government offices would operate in shifts and would close early during Ramadan. There would be ample time for people to go to mosques before iftar (fast-breaking evening meal), perform prayers, listen to Qur'an recitations and sermons, shop at stalls, and enjoy festivities after breaking their fast.

As soon as the three months began, households would undergo thorough preparation. I still remember my father’s cousin, Mrs. Tevhide, sitting in a rocking wicker chair, giving orders to her loyal servant. She would have jam jars and syrup bottles brought to her side, instruct the preparation of charcoal braziers, have ladles washed in boiling water, have pre-cut and cleaned fruits arranged on trays, inspect rose petals one by one with her own hands, have sugar weighed, measure the amount of water to be added to the pots, and personally supervise the boiling of sweets, jams, and syrups for hours and even days.

An elderly woman named Mrs. Ayşe and a younger woman named Mrs. Mehbur would prepare such exquisite stuffed vegetables that those who tasted them would be enchanted. The delicious meals prepared in such homes could not even be found in grand mansions, as they were slow-cooked for hours over charcoal.

The rice puddings in these homes were also among the finest. A light scent of smoke would add a unique flavor to the palate. There were various kinds of güllaç desserts—some with cream, some with hazelnuts, some with more milk, some with less. As this dessert had many enthusiasts, three or four large platters would always be kept ready on grand dining tables.

TESPIHÇI GAFFAR'S AJAM PILAF

The amber-scented Ajam pilaf, prepared by Tespihçi Gaffar after hours of effort, could not even be found in palaces. How could one describe it? It was a delicacy as if it had descended from the heavens—a refreshing delight for the taste buds. After preparing his pilaf, the late Gaffar would say, "This blessed pilaf is not meant to be eaten hastily! It should be savored slowly, enjoyed deeply. Well done to me, bon appétit to you!" May God have mercy on him.

Every home’s pantry and storage rooms would come alive with activity. First, the entire pantry would be scrubbed clean with soapy cloths. Bottles, jars, dishes, and food cabinets would be inspected. Once the cleaning was done, the shelves would gradually be stocked in preparation for Ramadan. This was not only a tradition among the wealthy but also among middle-class and even modest households. The location of the large pantries, whether in the harem (women’s quarters) or the selamlık (men’s quarters), followed no strict rule.

Women had their own responsibilities: cleaning tableware, tablecloths, napkins, and towels, making repairs, and ensuring nothing was missing. These tasks were among the most important household duties during the three holy months, and strangely, they seemed to bring energy and joy to those who carried them out. Another major chore was cleaning prayer rugs and carpets—a challenging task that involved washing them with vinegar, soap, or sulfuric acid, then treating them with mothballs in preparation for Ramadan.

THE PEACE THAT ENVELOPED EVERYTHING

The three holy months would immerse Istanbul in a kind of spiritual joy. From homes to mansions and palaces, from noblemen to servants, everyone was occupied with Ramadan preparations. Everyone, rich or poor, would prepare their provisions according to their means, stock their pantries, and arrange their sweets, jams, and pickles. Nuts and dried fruits were also indispensable, creating another layer of preparation. In short, the preparations to gather the food that would break the fast were shaking Istanbul to its core.

The poor, knowing they would benefit from these preparations, rejoiced. Because it was permissible for anyone to attend the iftar of any household. Especially, opening iftar tables for the poor had become a tradition for mansions. Ramadan was seen as a time for charity and benevolence, and the wealthy sincerely sought to assist those in need.

For reasons I cannot fully explain, Ramadan had a profound impact on the moral fabric of society. It instilled tranquility and obedience in people. Special care was taken not to hurt others, to avoid anger, to refrain from speaking ill, and to abstain from all forms of wrongdoing. Those who neglected this moral discipline were condemned.

THE SIGHTING OF THE CRESCENT AND THE DECLERATION OF RAMADAN

When the crescent moon of Ramadan was sighted, the news would be taken to the gate of the Shaykh al-Islam, who would confirm that the moon was faintly visible. The matter was then presented to the Caliph of the Earth, meaning the Sultan, and Ramadan was officially declared. Mosques would light their lamps and mahyas (illuminated messages), while night watchmen beat their drums. The Tarawih prayer would begin that very night, and after the prayer, people would go about as they pleased.

Tea houses in Şehzadebaşı, open shops, shadow plays, Karagöz performances, and storytellers would be filled with people. Bathhouses would remain open. The streets would be crowded with people strolling, laughing, and enjoying themselves until the time for suhur. During the daytime, they would engage in worship and devotion. Government offices would close early. Eating in public was prohibited, and even those who were not fasting would refrain from eating and drinking in front of those who were. Law enforcement would apprehend those who acted disrespectfully. Even Christian officials working at the Sublime Porte would honor this rule, drinking water in secret if they felt thirsty.

Many people carried copies of the Qur'an in their pockets and went to mosques to recite it. The handwritten copies of the Qur'an were truly exquisite. Another striking feature of Ramadan was the abundance that seemed to spread everywhere. Rich or poor, everyone would be full and cheerful.

IFTARS GIVEN TO THE PUBLIC IN PALACES, MANSIONS, AND DERVISH LODGES

Iftar dinners in the palaces of the princes were quite special. However, the palaces of the princesses would fill with guests. To carry the meals from the private kitchens of the palaces to their places—I am telling it as it was—there were 5,000 waiters. Sultan Abdulhamid would personally attend to the thousands of guests who came to his palace for iftar, and he would respect and consider it a religious duty for people to visit each other and break the fast together. Therefore, during Ramadan, everyone without exception was happy, cheerful, and free. Former and current grand viziers, former and current ministers, marshals, viziers, chief judges, in short, the poor and the rich would fill the mosques and bazaars, listen to Qur'an recitations in mosques, and pray side by side.

On the Night of Power, the Sultan would go to Tophane Mosque by boat. His imperial barge was rowed by sixteen oarsmen. In the palace, he would attend special religious lessons and sermons. During Ramadan, the palaces of Sultan Abdulhamid's daughters would be particularly lively. Both in the harem (women’s quarters) and the selamlık (men’s quarters), tables were set up continuously, and a large room next to the kitchens was used to serve iftar meals to the poor, along with "tooth rent" gifts. The Sultan’s beloved eldest daughter, Zekiye Sultan, hosted particularly special gatherings at her seaside palace. Her husband, Damat Nureddin Pasha, was widely admired, and his presence added a special charm to the atmosphere. These gatherings were large, joyous, and warm. The amount Zekiye Sultan distributed in gifts and monetary donations during Ramadan often exceeded 2,500 gold coins. Many of us have witnessed the Sultan, after receiving the expense reports from her steward Hacı Akif Pasha after every holiday, express gratitude, saying, "Praise be to God."

During summer Ramadans, the Bosphorus would take on an even more vibrant charm, as many statesmen hosted iftar gatherings at their waterside mansions, drawing numerous guests. Among the Sufi lodges, the Mevlevi tekkes in Bahariye, Topkapı, and Galata were particularly renowned for their iftars, which featured exquisite meals. These lodges had their own specialized cooks, as well as disciples and adherents who assisted in meal preparation. The wealthy and the poor, the noble and the humble, would all gather at the same table and eat as honored guests of the lodge's master. These Sufi lodges were well-funded, with their own dedicated endowments and allocations. Their ceremonies were truly divine scenes. It would be so crowded, yet not a sound would be heard. Except for the ney (a traditional reed flute), kudüm drum, and naats (poetry in praise of the Prophet), no other sound would be heard, and in the semahane (whirling dervish hall), a faint rustling, like the sea hitting the shore, would reach the ears. During Ramadan, other lodges were also open every night, all hosting iftars, but the Mevlevi lodges were the foremost.

GRAND VIZIER FUAD PASHA'S STAY AT MY GRANDFATHER'S HOUSE AFTER HIS MANSION BURNED DOWN

When the mansion across from Şehzade Mosque burned down, Grand Vizier and Serasker Fuad Pasha at my grandfather's house for a while. It was the month of Ramadan, and during this time, Fuad Pasha's guests would visit our house. Every evening, twelve tables were set for the iftar guests, and ten trays of food were also given to the poor. Since Fuad Pasha's head chef, his assistants, and apprentices worked alongside our cooks, hosting and serving such a large crowd was not difficult.

According to the customs of the time, dates, olives, and water were served to guests on trays. After breaking the fast, the evening prayer would be performed. Then, guests would move to the tables, which was considered healthier. Between the prayer and the meal, Fuad Pasha would sometimes visit the poor and give them gifts. Out of curiosity, he would also check to ensure the poor's meals were no different from his own.

During those blessed days, the meals served at the tables were roughly as follows: several soups, two or three types of meat, kebabs, köfte, stuffed turkey or chicken, stuffed vegetables, stuffed grape leaves, various pastries, baklava, milk desserts, and revani, among others. Each dish had its own specialized chef.

In those days, not only the chefs but also the pantry keepers were skilled. They would become especially active for Ramadan, boiling jams, making preserves, and preparing sujuks, pastrami, and cheese in tins. In short, they competed to ensure they did not disappoint their masters. Our veteran pantry keeper, Dimitri, would spend an hour making lemonade. But those who drank his lemonade— as the late Necib Bey would say—would be enchanted. The pumpkin desserts made by my uncle's chef, Izzet Ağa, were so exquisite that, in common terms, they would make you lick your fingers. Izzet Ağa's Baghdad dessert was also famous for its delicacy. The Baghdad dessert was made by cooking apricots filled with cream in boiling milk until they turned pink. Bon appétit to those who eat it, and love to those who made it!

The guests of Mustafa Pasha of Izmir, the author of the unparalleled and excellent history book Netayicü'l Vukuat, would talk for days about what they ate and drank, making listeners envious. The guests who visited Mustafa Pasha's mansion in Vaniköy would say, "Which tooth would tire from such exquisite meals that it would need a tooth rent?" They had refined tastes. I once knew a gourmet. This gentleman's iftars were so perfect that Sultan Abdulhamid would sometimes tell his pantry keeper, "Let the chefs go there and learn," if he didn't like a meal. However, Sultan Abdulhamid was not at all a food enthusiast.

HACI KÂMİ EFENDI'S IFTARS

For some reason, Beyazıt Mosque was always more crowded than others. Those who were invited to iftar in the mansions and homes of the true Istanbul quarters would leave the house five or ten minutes before the call to prayer in the mosque, prayer beads in hand, reciting prayers or verses as they walked or rode in their carriages.

The famous and truly beautiful Arabian horse belonging to Hacı Kâmi Efendi, the Gate Steward of the Two Holy Sanctuaries (Harameyn-i Şerifeyn), would almost lower its back as if to greet its master the moment he approached the stirrup. The moment Hacı Kâmi Efendi leaped onto his horse, his display, as if he were a youthful and vigorous cavalier, greatly delighted the spectators. At that time, he was over seventy.

Hacı Kâmi Efendi’s iftar feasts were so exquisite and delicious that they were unmatched in all of Istanbul. He lived in his mansion in Fatih year-round and performed both his morning and evening prayers at the Fatih Mosque. He woke up early and went to bed early. He slept on a sitting mat in a large hall, never using a quilt. His cheeks were rosy, his beard snow-white, his skin fair, his muscles firm, his body agile, his teeth intact and beautiful. He was always cheerful.

He was one of my grandfather’s closest friends and showed our family great affection and kindness. He insisted that we spend the iftar of Laylat al-Qadr (Night of Power) at his mansion and waited for us. We, too, looked forward to that blessed night. After breaking our fast and performing the evening prayer with him at the mosque, we would go to his mansion and indulge in his wonderful dishes.

The tableware, trays, towels, napkins, embroidered hand cloths, porcelain plates, coral-handled spoons, delightful appetizers, crystal pitchers, and glasses—everything matched perfectly in color and elegance, delighting not only the eyes but also the soul.

When we left for Beirut in 1895, we had left him in good health. When we returned in 1902, Hacı Kâmi Efendi had taken his last breath. May God have mercy on all of them. The late Hacı Kâmi Efendi was truly a blessed, benevolent, and loyal man. May his place be in paradise.

SUHURS

Ramadan wasn’t just about iftar; there was also suhur (pre-dawn meal). These pre-dawn meals had no formal structure. Light meals were eaten. Cold cuts, vegetables, pasta, and definitely hoşaf (compote). People would enjoy it, saying 'hoş âb' (pleasant water). One of the beauties of summer Ramadans was that Taraweeh prayers in palaces and mansions were performed on prayer rugs, spread on the grass or in gardens. Iftars were also held in these gardens. It was customary to wait for the watchman's drum before returning home. When the watchmen sang a couple of tunes and recited couplets, they would offer quite amusing jokes and hints, pleasing the listeners. Street vendors selling sesame simits and cheddar cheese in narrow and wide boxes would spread throughout the streets at night, selling simits. People would scramble for them. Those crispy simits were absolutely exquisite. Among them was a man who sold halva, revani, and macun (sweet, colored paste) from trays on his head, and he had an exquisite voice. He would almost make Bebek Bay echo with his voice. It was well-known among the residents of Bebek that Ahmed Cevdet Pasha would stop his writing and open his window to listen to this man as he passed in front of his mansion. Another famous aspect of Bebek was the call to prayer rising from the seaside mansion of Valide (Mother) Pasha, mother of Egypt's Khedive (Viceroy) Abbas Hilmi Pasha. The finest hafizs from Egypt and Istanbul would compete to recite the call to prayer and salawat, mesmerizing all who heard them. Another attractive feature of Valide Pasha's iftars was feeding hundreds of the poor and the impact of tooth rent (gift or money). They would eat their fill and receive generous amounts of tooth rent..

SISTER YADIGAR'S CHIOS PIE

One of our relatives, Mrs. Âdile, who lived in her mansion in Çukurçeşme, was someone we would always visit and greet by kissing her hand, with a sense of duty. Later, we never neglected her son, Talat Bey, either. We especially loved and respected our dear aunt, Mrs. Neyyir. Their iftars during the blessed month of Ramadan were always exceptional. This was because the meals were prepared by Sister Yadigâr, who not only cooked but also personally decorated the plates and served them. Sister Yadigâr was a dark-skinned, extremely cute woman, almost beautiful, with a constant smile on her face. Since Mrs. Âdile was from Chios Island, she taught her Yadigâr to make Chios pies and sweets, which, as my late father used to say, were so extraordinary that they would make you lick your fingers. The Chios pies were so famous that even the late Gazi Osman Pasha would send messages with entreaties, requesting one, often including a two-and-a-half-lira gold coin and a note for its delivery. As we tasted the food she prepared, poor Sister Yadigâr would laugh so much.. May God have mercy on her; who knows where she rests now..

During Ramadans, a general sense of sincerity would envelop the atmosphere. Acts of brotherly love, socializing, and companionship would take place, and friendships would be shown. Even Christians would act with care during Ramadan, respecting those fasting.

GREAT DISCOUNTS IN THE MARKETPLACE

During Ramadan, eyes would shine, and faces would smile. No one would run out of money. Salaries would increase. Debts would be settled, and a sense of relief would prevail. Markets and trade would lower the prices of food in an astonishing manner. Municipal officials carefully inspected merchants’ scales, look at whether the goods were fresh or spoiled, and punish those found guilty of misdeeds. Shops, bakeries, greengrocers, and street vendors were all subject to scrutiny and couldn’t escape from it. Especially the meat market in Fatih was not only the cheapest in Istanbul but perhaps in the whole world. Another control here was the fear of God. Butchers would never cheat, and they would sell only the freshest goods. They had plenty of customers.

THE IMPRESSIVE BEAUTY OF THE BOSPHORUS

When its value and uniqueness in the world were known, the Bosphorus would experience a different state. It would also make others experience it. As the great Nedim said, 'Before it, there were many melodies and poems.' It was like a delicate beloved. People cherished it, treating it with utmost care, fearing even the slightest harm. The seaside mansions that adorned its bosom would almost lean towards the ground, as if not to cover its beauty, not to burden it, and to avoid being an instrument to any ugliness. How beautiful the Bosphorus was, oh Lord! How charming were the seaside mansions on its shores! There was no equal in the world. And for this reason, it had many foreign and local lovers. They were truly in awe of it, deeply enamored.. I repeat... They would cherish it with utmost care..

IFTARS OF THE EGYPTIAN KHEDIVE AND ELMASIYE DESSERT

The most magnificent iftar I ever witnessed on the Bosphorus was at the seaside palace of Ismail Pasha, the Egyptian Khedive (Viceroy), in Emirgan. Cars drove through the park. The garden and park were illuminated with gas lamps and decorated with lanterns. The dish I looked forward to the most during these meals was the dessert called Elmasiye. At Ismail Pasha’s palace, the Elmasiye was not served like the one we know, but was instead given inside ice. However, I could never scoop the Elmasiye with a spoon. It would simply slip away. Yes, it was difficult to serve. But it was certainly a dish from the heavens. Whenever my grandmother served less food on my plate, Lady Çeşmiafet Kadınefendi would say, 'No harm, let him eat his fill. We’ll have him perform a Taraweeh prayer, and he’ll become as light as a bird,' and she would especially give me a higher rank among the children. I was the only child permitted to play with the younger members of the royal family. I can say that during Ramadan, the poor of Emirgan, İstinye, and Boyacıköy did not cook at home. They would all break their fast, eat, pray, and receive tooth rent (gift or money) at the places reserved for them at Ismail Pasha's seaside mansion. Many even had provisions sent to their homes.

THE FIFTEENTH OF RAMADAN

The fifteenth of Ramadan would stir the entire city of Istanbul. On that blessed day, the public would be allowed to visit the Sacred Beard (of the Prophet) at Hırka-i Şerif Mosque. Thousands of people, men and women, would pour out of their homes into the streets, almost surrounding Topkapı Palace and Hırka-i Şerif Mosque. The Sultan would come to Topkapı Palace, while the Kadınefendis and Sultan Ladies would go to Hırka-i Şerif Mosque.

Sultan Abdulhamid Khan used to come by land at first but later by sea from Yıldız Palace. He would pray at Hagia Sophia. In the afternoon, he would go to the Noble Chamber of the Sacred Mantle (of the Prophet), and, with the people included in the protocol standing behind him with their hands clasped, he would perform the visit to the Sacred Mantle. While this religious ceremony continued, the Sultan would stand for hours, carrying out this beautiful service with great devotion. He never seemed to tire and always appeared cheerful. After the visit, if the weather was pleasant, he would stroll through the palace gardens and pavilions; if it was unfavorable, he would sit in his chamber and wait for the evening. The land route leading to and from Istanbul, passing through Dolmabahçe, Fındıklı, Tophane, Galata Bridge, and the Sublime Porte, took on a majestic aura. Soldiers lined the route, and people gathered at their windows, on walls, and in trees, greeting the Sultan with cries of 'Long live my Sultan!' as he passed before them, also applauding.

Sultan Abdulhamid held the visits to the Sacred Mantle in deep reverence and regarded them as highly important. When I was first honored with attending this ceremony, the Sultan was speaking to the Grand Vizier. Somehow, he handed me two destimâls (handkerchiefs). On the second handkerchief I received, it was written:

"The scent of grace bestows a garment like Joseph's,
This handkerchief has been touched to the pure mantle of the Prophet."

***

(Note 1: "Destimâl" is a handkerchief inscribed with a poem, which has been touched to the Prophet's Mantle and was gifted to visitors by the Ottoman Sultans during their visit to the Noble Chamber of the Sacred Mantle.)

(Note 2: "Tooth rent" was a tradition in the Ottoman Empire during iftar dinners. It carries the meaning: "You have been my guest, and you have tired your teeth by eating the food that earns me reward in the sight of God, so this is your tooth rent." The gifts given as tooth rent included silver plates, amber rosaries, precious stones, silver rings, and gold coins wrapped in velvet bags.)

Address

Atatürk Caddesi
Istanbul

Telephone

+902129603805

Website

Alerts

Be the first to know and let us send you an email when Tarih e Seyahat, Türk ve Dünya Tarihi, Osmanlı Arşivi, Osmanlıca Eski Kitap posts news and promotions. Your email address will not be used for any other purpose, and you can unsubscribe at any time.

Contact The Business

Send a message to Tarih e Seyahat, Türk ve Dünya Tarihi, Osmanlı Arşivi, Osmanlıca Eski Kitap:

Share